11 Aralık 2010 Cumartesi

Paella'yı sevmeyiz, Cordoba'ya hayır demeyiz

18 Kasım 2010

Gece birden uyandım. Yatakta doğrulup etrafa baktım, karanlıkta saatin üzerindeki kırmızı rakamlardan başka hiçbir şey gözükmüyordu. Rakamları tam olarak kavrayabilmem için birkaç saniye geçti, sonunda gözlerimi odaklayabildim, saat gecenin 3'üydü. Kafamı yastığa koyduğum an bir daha gözüme uyku girmeyeceğini anladım.

Küçük bir odada 4 kişiydik, yan odadan eniştemin horultuları yükseliyordu. Babam da ona back vokal yapıyor, kendilerince bir melodi tutturmuş gidiyorlardı. Kalkıp banyoya gittim, makyaj çantamın içinden kulak tıpalarımı buldum.

THY'nin kulak tıpaları beni birçok zor durumdan kurtarmış olsa da, bu sefer pek yeterli gelmiyorlardı. Küçüklüğümde yaptığım gibi uyuyamadığım zaman yatakta oturup ağlama eylemine geçmeden önce son çare olarak babamı dürttüm, seslerin kesildiği 5 dk.lık zaman diliminde yeniden uykuya dalacak kadar şanslıydım.

Sabah uyanıp kahvaltıya indik. Kaldığımız otel -Türkiye'de de olan- Holiday Inn'di. Dolayısıyla sadece bed&breakfast hizmeti veren, lüksü en aza indirip temiz ama ucuz hizmet veren bir oteldi. Aynı odada tüm ailenin kalması ise anladım ki bu yaştan sonra pek olası değil. Bizimkiler de bunu idrak etmiş olacak, sonraki duraklarda hep 2 oda tuttuk. Kahvaltıda bizden bir gün önce oraya gelen teyzemlerle hasret giderip, Madrid'i gezmeyi son güne bırakarak Toledo'ya doğru kiraladığımız arabayla yola çıktık. Bütün yolculuk boyunca arabadaki navigasyon sisteminden yardım aldık, her yere de götürdü bizi.

Sonunda Toledo'ya varıp arabamızı park ettikten sonra, fotoğraf makinelerimizi kuşanarak gezmeye çıktık. Toledo, Ortaçağ'dan kalan yapılarla dolu bir şehir. Elimizdeki gezi rehberinde, İspanya'yı gezmek için sadece bir gününüz varsa, Toledo'ya gidin, tüm ülke hakkında fikir sahibi olabilirsiniz diyordu. Bence hiç öyle değilmiş ya, neyse.

İspanya hakkında şunu söyleyebilirim ki, tarih dersinde bir ara görüp çok da önemsemediğim Endülüs Emevileri burada gerçekten büyük izler bırakmış. Gerek saraylarda, gerek camilerde, hatta sokaklarda bile onları hissedebiliyordum.

Bulunduğum tarihi yerlerde hep zamanında oranın nasıl bir yer olduğunu düşünürüm. Sarayları gezerken tahtların, koltukların, masaların, yatakların sadece işlerine, süsüne püsüne bakıp geçmem, orada kimler oturmuş, yemek yemiş, uyumuş, bunu düşünürüm. Bu nedenle dönem filmlerine bayılırım. Tarihteki İngiliz kral ve kraliçelerini anlatan filmleri mutlaka izlemeye çalışırım. Muhteşem Yüzyıl'ı da takip etmeye başladım, bitirmeyeceklerini umuyorum. Neyse konudan sapmayayım, anlatacak çok şey var.

Toledo sokaklarında gezip pek de tatmin olmamış bir halde öğle yemeği için bir restorana oturduğumuzda gezimizin geri kalanı boyunca peşimizi bırakmayacak bir gerçekle karşılaştık: İspanyollar'daki İngilizce bilgisi eksikliği. Daha önce tanıştığım İspanyollar'da doğal olarak (İngilizce öğrenmeye gelmişlerdi) böyle bir şey fark etmemiştim.

Adama İngilizce olarak "2 Paella" diyoruz, parmakla da gösteriyoruz, mutlaka "dos paella" diye tekrar ediyor. Beyaz şarap istediler, kırmızı geldi, beyaz masa örtüsünü gösterince anca "aa blanco!" deyip getirdi. Hayır biz 2 günde beyazın blanco olduğunu öğrendik de, sen 35 senelik garsonsun "white"ı öğrenemedin ya, pes. Sultanahmet'teki garsonlar neredeyse Toefl'a girecekler.



Dondurulmuş, restorana hazır gelen o paella'da beklediğimiz lezzeti bulamayıp yolumuza devam ettik. Sıradaki durağımız, Cordoba'ydı. Cordoba, İngiltere'de tanıştığım bir çok İspanyol'un memleketiydi. Her hafta mutlaka bir derste "ülkenizin görülecek en güzel yerleri" konusu geçtiği için bu şehrin ve Alhambra Sarayı'nın ismini çok duymuştum. Otelimiz old city, yani şehrin eski kısmının tam karşısında, öncekine göre çok daha iyi bir oteldi.


Otele yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Şehir, resimde de görüldüğü gibi gece ayrı bir güzel. Her yer ışıklandırılmış ve tarihi yapılar böyle daha da hoş görünüyor. Cordoba'da, Emeviler'den kalan, Hıristiyanlar tarafından sonradan katedrale dönüştürülen bir cami var (resimdeki büyük yapı). Katedralin etrafı, turistik eşya satan mağazalarla dolu. Ben İngiltere'den kalma, bırakın alışverişe katlanamayan babamı, arkadaşlarımı bile delirtecek alışkanlıkla her mağazaya girmek istesem de, buna pek fırsatım olmadı.


Akşam yemeği için bulduğumuz restoranın dışarıdaki sokağa koyduğu masalara oturduk; çünkü içerisi hem kalabalık, hem de gürültülüydü. Ancak gelen garson tahmin edileceği gibi İngilizce'den pek nasibini almamıştı. Beş dakika süren el kol hareketleri ve Tarzanca diyaloglar sonuç vermeyince içeriden İngilizce bilen bir İspanyol müşteri getirdiler. Ancak teyzem kadının müşteri olduğunu anlamamakla birlikte, sadece yurt dışı seyahatlerinde İngilizce konuşma fırsatı yakaladığından ailenin Dış İşleri Bakanı olan bana görevi devretmemekte çok kararlıydı ve sürekli fikir değiştirerek, menüdeki yemekleri kadına birer birer soruyor, muhabbet uzadıkça uzuyordu. Neyse ki kadın bozuntuya vermedi ve siparişleri aldı. Sonradan teyzeme kadının garson değil müşteri olduğunu söyleyince baya şaşırdı.





Yemeklerimizi yerken, sokağın başında bir adam göründü. Eski püskü kıyafetleriyle, karışık saç-sakalıyla, elindeki şişesiyle tam bir ayyaştı. Bize doğru yaklaştıkça küçük kuzenim korktuğunu belli eden sesler çıkarmaya başladı, e ben de tırsmıyor değildim, masanın altından el ele tutuşup geçmesini bekledik. Ama adam da korkulmayacak gibi değildi şimdi, kendi kendine bağırıp duruyor zaten. Korkum da bize bir şey olacağından değil, babamlarla falan kavga çıkacağındandı. Neyse yavaş yavaş geçiyor derken tam bizim yanımızda durdu. Eyvaah dedim içimden, şimdi bir şey olacak. Gitti restoranın dışında duran kocaman, ayaklı menü tahtasını devirdi. Menü tangır tungur önce vitrin camına çarptı, sonra yere düştü. Sonra, adam artık keyfinden mi kederinden mi bilinmez, elindeki şişeyi de çarpmasın mı yere! Tam dedim "tamam şimdi sıra bizde", hemen sokağın köşesinden Yunuslar çıktı. Yunuslar dediğim işte bizim motorlu polis ekipleri var ya, onlardan. Aldılar adamı götürdüler. Olaya anında müdahale etmeleri, her ne kadar diğerleri kadar kuralcı olmasalar da, yine de bir Avrupa ülkesinde olduğumuzu hatırlattı.


Hesabı istediğimizde bize ikram olarak tadımlık yöresel alkollü-alkolsüz içkiler getirdiler, ufak bir indirim yaptılar. Türk esnafına bu yönden benziyorlar, müşteriyi hemen bağladılar. Nitekim ertesi gün öğle yemeğini de orada yedik. Otele döndükten sonra kocaman yumuşacık yatağımda bir önceki geceye kıyasla mışıl mışıl uyudum. Devamı sonraya kalsın daha çok şey var..

Not: Biliyorum uzun süredir ilgilenemiyorum blogumla. Bunun ilk sorumlusu, yeni iPad'imdir. Babam sağolsun güzel bir sürpriz yaptı. O geldiğinden beri bilgisayara pek dokunmuyorum, iPad'den de blogger'a yazı giremiyorum. İkinci olarak da finallerimi suçlayabilirim. Ama artık finaller bitti, 3 haftalık bir tatilim var. Aklımda yazılar da var. İspanya'nın devamı ve bu dönem okulda yaptığımız diş işleriyle ilgili şeyler yazacağım. Görüşmek üzere.


Fotoğraflar: Muhsin Şengün
(Paella fotoğrafını internetten buldum, resmini çekmeyi unutmuşuz.)

29 Kasım 2010 Pazartesi

Bir Havaalanı Hikayesi

15 Kasım 2010

Sabah annemin tanıdık sesiyle uyandım. Her gün çalan alarm melodinizi dışarıda bir yerde duyduğunuz zaman nasıl o sabahı hatırlıyorsanız, ben de annemin kalk tonlamasıyla "Kızlaar!" diye bağırmasını ne zaman duysam irkilirim. Neyse, mesele o değil. Bugün yolculuk günü. Ama içimde o tanıdık uçağa binme heyecanı yok. Çünkü uçak öğleden sonra 2'de. Daha çok zaman var.

Belki de bu yolculuğu dört gözle beklemiyor olmamın sebebi, döndükten hemen sonra başlayacak olan vizelerim. Nasıl olacak bilmiyorum ama, tatilde ders çalışmam gerek.

Havaalanlarını, özellikle dış hatları çok severim. Oradaki yeme-içme mekanları daha güzel, alışveriş -duty free- daha keyifli gelir bana. En önemlisi de, havaalanındaki insan çeşitliliğidir. Sadece gözleri gözüken Arap turistler, küçük sarışın mavi gözlü bebekler, pahalı bavulları çeken ucuz kadınların -Emre Aydın şarkı sözü gibi oldu- yanı sıra, izlemeyi en sevdiğin tip kısa tatilini yurt dışında (muhtemelen Avrupa'da) değerlendiren genç Türk çifttir. Kadın mutlaka çok bilmiş olmalı yalnız.

İngiltere'ye giderken yanımda böyle bir çift oturuyordu. Ellerindeki rehber kitaptan gidecekleri yerleri işaretliyorlardı. Tükenmez kalemlerini iki dk.lığına yan koltuktakilere verdim diye
kadının gözleri fıldır fıldır dönmüştü.

Bugün Alitalia ile önce Roma'ya, oradan Madrid'e uçacağız. Uçağın yarısı İtalyan yani.


Evden çıkmadan önce internetten check-in yaptırdığımız için kontuarda çok
beklemeyeceğimize sevinerek "Web check-in" sırasına girdik. Önümüzde sadece birkaç kişi var. Fakat sıra bir türlü ilerlemiyor. Bagaj yolunda - bavulların kayıp gittiği bant adı her neyse - bir arıza var, neyse bi 10 dk. onu bekliyoruz. Kontuar görevlisi (KG diyeyim) aheste aheste ilk iki kişiyi alıyor.

Sıra önümüzdeki 4 kişilik gruba geliyor. 2 çiftten oluşan bu grubun bayanları sabah kuaföre gitmiş belli ki. Saçlar yapılı, suratlarda birkaç milim fondöten var. Yan sıraya bakıyorum, kızın biri mini, drapeli, streç bir elbise, bir diğeri yapışık deri pantolonla topuklu ayakkabı giymiş. "Modanın merkezi İstanbul" lafını fazla ciddiye alan bu kızlar havada nikah falan kıydırmayacaklarsa gayet komik olmuşlar. -burada annemle birbirimize kaş göz yapıyoruz tabi hemen-

Ben bunlarla oyalanırken, önümüzde uzadıkça uzayan bir konuşma yapılıyor. Duyduğum kadarıyla bu grup aktarmalı olarak Paris'e gidecek. KG de onlara Air France'la direkt uçmak isterler mi diye soruyor. Bu sırada yandaki "check-in yapmayanlar sırası" almış başını gidiyor, aynı anda sıraya girdiğimiz leopar bavullu kadın 10 dk önce pasaporta gitti bile.

Tüketici hakları konusunda oldukça duyarlı olan annem (daha önce onun sayesinde Reis, Piyale, Polonez Sucuk firmaları bize sattıkları bozuk ürün karşılığında bir hediye kolisi göndermiş, Arçelik bulaşık makinesi için annem rahat kullanamıyormuş diye bardak koyma aparatı yollamış, Ariston normalde parayla alınan 2. ve 3. tepsiyi bedavaya temin etmişti.) söylenmeye başlıyor. Normalde daha soğukkanlı olan ve müdahale etmeyi sona bırakan babam duruma el koymak üzere. Bu belirtilerden KG'nin birazdan zor duruma düşeceğini anlamak zor değil.

Sonunda zaman geliyor. Babam masaya yaklaşıp "Arkadaşım biz kaç dk.dır ayakta bekliyoruz, hızlı olsun diye online check-in yaptık.." diye gittikçe yükselen bir ses tonuyla kızmaya başlıyor.

Önümüzdeki maşalı saçlar ve kocaları, aktarmalı değil direkt uçma fırsatını onlara sunduğu için KG'nin safındalar ve babama "cık cık"layan ifadelerle bakıyorlar. Sonunda biletlerini alıp önümüzden çekilirlerken kadının babam için "Hala konuşuyor bak..." dediğini duysam da ortalık kızışmasın diye platin sarısı saçından çekmiyorum.

İki tane bavulumuz var, biri büyükçe, biri de onun yarısı kadar, orta boy. Görevli, bavulları tartıya tek tek koymamızı söylüyor. Kırmızı bavul: 30 kg yazıyor. Bu sefer de "1 parça bagaj 23 kg'ı geçemez" kuralını koyuyorlar önümüze. Halbuki toplam yükümüz 45 kg, üstelik 4 kişiyiz. Hakkımızın yarısını kullanmamışız. (Sonradan not: Kırmızı bavul dönüş yolunda bize hiç sorun çıkarmadı) "Yok" diyor adam, "23 kg'a inmezse alamam." Bu sefer ben bile karışıyorum olaya, neyse sonunda babam Alitalia'ya lanet okuya okuya açıyor bavul. İçinden 6 kg aldıktan sonra 24 kg'a ikna oluyor paşam.



Moralimizi bozmayalım diyor ve pasaport kontrolün sırasına giriyoruz. Sıra, check-in'den iki kat hızlı ilerliyor. Bir ara, arkamızdaki çiftten bayan olan telefonla konuşmaya başlıyor. Eşiyle beraber bir tur şirketi ile Prag'a gidiyorlarmış. Kadın Şato dö Bilmemne'ye yapılan gezinin iptal edilmesini şikayet ediyor. "Ama beyefendi ben yarın akşama opera bileti ayırtmıştım." "Viyana'yı 5 saatte gezemeyeceğimizi ben de biliyorum, daha önce hepsine gittim, bana mı öğretiyorsunuz?" laflarını yakalıyorum.



Kadın bağırıp çağırırken eşi o kadar da sinirli görünmüyor. Bunun yarın akşamki operaya katlanması gerekmeyeceğinden dolayı duyduğu sevinçten olabileceği geliyor aklıma. Sıra bize geliyor, kardeşimle beraber bankoya doğru ilerliyoruz. Arkamızdan "daha önce bir sürü ülke gezmiş ve Ortaçağ Gecesi de iptal olursa tura gitmeyeceğini beyan eden" kadının anneme bir şeyler dediğini duyuyorum. Annem yanımıza gelince ne dediğini soruyorum, iki kişi gitmek yasak demiş çok bilmiş. Bilmiyor ki beraber seyahat edenlerin birlikte gitmesinde bir sorun yok. Prag'ın köylüsü işte garibim.

Kontrolden geçtikten sonra yemek yemek için Garanti'nin Lounge'una gidiyoruz. Bilenler bilir, bilmeyenler için söyleyeyim, havaalanında çeşitli kredi kartlarının müşterilerine özel hizmet verdiği böyle odalar var. Televizyon, internet, yiyecek içecek, bilgisayarlar, bilardo masası, hatta PlayStation gibi olanaklardan bedava yararlanıp vakit geçiriyorsunuz. Vakit gelince kapıya gidiyoruz.

Hangi İtalyanla göz göze gelsem bana gülümsüyor. Tabi ben hiçbir zaman üstüme alınıp da geri gülümseyemiyorum, o ayrı.

2 saatlik yolculuk sonunda Roma'ya, oradan da Madrid'e uçuyoruz.

Devamı sonra.

31 Ekim 2010 Pazar

Eski Balerin, Yeni Ot.

10 sene önce bir yaz günü Balıkesir'de bulunduysanız eğer, belki elinde yeni çıkmış olan Harry Potter serisinin ilk kitabını taşıyan, anneannesinin koluna sımsıkı tutunmuş ve gözlerini kitabın sayfalarından ayırmayan bir çocuk görmüşsünüzdür. Büyücü dünyası ve fantastik edebiyatla ilk kez tanışan bu çocuk, yaklaşık 5 yaşından beri eline geçirdiği kitapları okumadan bırakmayan, ondan önce de etrafındakilere "Oku!" diye baskı yaparak aynı kitabı binlerce kez dinleyip ezberledikten sonra da resimlerine bakarak kendi kendine sesli bir şekilde bunları tekrar ederdi.
Kitapları her zaman sevmişti, ancak böylesini daha önce hiç görmemişti.

Harry hem onun yaşlarındaydı, hem de hayalindekinden bile güzel bir dünyada yaşıyordu. Büyüler, baykuşlar, cüppeler, sihirli hayvanlar, süpürgeler havada uçuşuyor, başını döndürüyordu küçüğün. Kitap bitti, yetmedi, bir daha okudu, sonra bir daha.

O günlerde bu çocuk hem sınıfının en başarılı öğrencisiydi, hem bale/modern dans gibi şeylerle uğraşıyordu, hem kendi kendine org çalıyordu, hem resim yarışmalarına katılıyordu, hem de İngilizce tiyatrolarda aksanı en düzgün olanlara verilen sunuculuk görevini üstleniyordu. ÜstleniyorduM.

Evet tahmin ettiğiniz gibi o çocuk bendim. Üstünden 10 sene geçti neredeyse, üniversite öğrencisi oldum. Peki şimdi ne oldu?
Hangi bölümde okuduğumu sorduklarında verdiğim cevaba aldığım "Oo, çok iyi." tepkisini daha önce hiç hesaplamamıştım. Tabi "Ben aslında endüstri mühendisliği istiyordum, hem istediğim yerlerin puanı daha yüksekti." açıklamasını kendime saklıyorum, karşımdaki insanın o an için gururumu okşaması hoşuma gitmiyor değil.

Okuduğum lise, Türkiye'nin oldukça iyi bir anadolu lisesiydi -Adnan Menderes A.L.-. Ancak Bahçelievler'in ücra bir köşesinde, etrafında gençlerin ilgisini çekecek belki de tek şeyin McDonalds olduğu bir yerdeydi. Kulüp çalışması, gezi tarzı şeyleri pek yoktu, hatta sahip olduğu şeyler küçük bahçesine sıkıştırılmış bir kantin, okulun etrafında dönüp duran, ya da okulun jargonundaki adıyla "tavaf eden" öğrencileri ve birkaçı dışında "ders bitse de gitsem" diye düşünen öğretmenlerinden ibaretti.
Ortaokulda hamlanmaya başlayan bünyem, lisede derslerinde sınıfın orta seviyelerine gerilemeye başlamış, müzik kulağı zayıflamış, bacaklarını değil açmak, esnetmeye bile üşenir olmuştu. Üniversitede ise ipin ucu iyice kaçtı. Azıcık koşsam nefes nefese kalıyorum, bacaklarım hemen acımaya başlıyor. Öyle dersler kondu ki önümüze, pratikten 60 aldığımıza sevinir olduk, 40 geçer not sayılıyor.
Halbuki 4 senelik lise hayatım Boğaziçi Endüstri Mühendisliği hayaliyle, çimenlere yatıp uzanacağım, ailemin yanından taşınıp özgürlüğümü kazanacağım, her türlü kulübe katılacağım, piyano çalmayı öğreneceğim, Almanca'mı da geliştirip mezun olduğumda P&G, Unilever gibi şirketlerden birinde oldukça iyi bir maaşla çalışacağım fikriyle geçti.

Liseden mezun olduğum yaz, annemlerle endüstri mühendisliği - diş hekimliği tartışmalarımızın sonu gelmedi. Ailem klinik bilimlere karşı duyduğu ilgiyi, tamamen duygusal sebepleri hatırlatmak sureti ile beni diş hekimliğine, makine mühendisliği isteyen başka bir arkadaşımı (selam Tunç) tıbba yönlendirerek kanıtladı.

Okula başladığımda lisede kurduğum "üniversite yılları" hayallerinin hepsini çöpe atmam gerektiğini anlamam çok uzun sürmedi. Denemedim değil, resim kulübüne katıldım bir kere, mikrobiyoloji anabilim dalında, mikroskop altına konulduğunda kim bilir neler görüldüğünü düşünmek bile istemediğim bir sürü preparatın hemen yanında bize boş birer kağıt verip masanın üstünde duran yeşil saksı bitkisini çizmemizi söylediler. "E ben bunu evde de yapardım." diyerek zaten ulaşımın zor olduğu evime varma çilesini her hafta 1 gün daha da büyütmek istemedim.

Bir de müzik grubu denememiz oldu arkadaşlarımla. 6-7 kişi bir kaç kez stüdyoya giderek aklımıza gelenler arasında en kolay olan Teoman-Rüzgar Gülü şarkısını çalmaya kalktık. Ancak çalışmalarımızı dinleyen dışarıdan birinin hangi şarkıyı çaldığımızı kesinlikle anlayamayacağını fark ettikten sonra daha çok çalışmak yerine koyverdik ve kendimizi boş boş gezmenin kucağına bıraktık. Çok da gezdik gerçekten. Ama boş gezdik.


Artık eskisi kadar kitap da okumuyorum. Okumak istemediğimden değil, kitap yokluğundan. Aksiyon-macera tarzı kitapları okumayı sevmediğimden, evdekileri okumak istemiyorum. Yeni kitap almak için de fırsatım olmuyor, işte paramı ona değil başka şeylere harcıyorum vs., olmuyor işte. Bazen de kitapsızlıktan sıkılıp eski kitaplarıma yöneliyorum.


Bugün de Harry Potter'ı okumak istedim tekrar. Her birini 5-6 kez okuduğum yıllardan bu yana hiç elime almamıştım. 3.sü geçti elime, Azkaban Tutsağı, okumaya başladım. Okurken şunu fark ettim, Harry Potter çocuklar için yazılmış bir kitapmış gerçekten. Ve ben onu okurken zevk almayacağım günün geleceğini anlayıp buna üzülüyorum.


Bu yaz Oxford'a gidip Harry Potter filmlerinin çekildiği Christ Church College'ı gezerken de bunu 19 yaşındaki Görkem'in değil, o sıralar Coca Cola'nın kampanyasıyla bilmem kaç kişiyi "Hogwarts"a yolladığını okuyup deli gibi kapak biriktiren, 12-13 yaşındaki Görkem'in hak ettiğini düşünmüştüm. O taş kapılar, merdivenler, tablolar, bahçeler benden çok onu heyecanlandırırdı eminim ki.

Liseye başladığımdan şu ana kadarki en büyük gurur kaynağım, "daha ölmedik" diye düşünmeme sebebiyet veren şey, Lise 3'ün yazında çevirdiğim kitap oldu. Evet ilk basımının redaksiyonu güme gitse de, bu nedenle bir sürü noktalama hatası ve anlatım bozukluğu barındırsa da bilmemnerenin valiliği için basılan 2. baskısında bu hatalarının düzeldiğini düşündüğüm kitabım, Belalı Misafir. Kitabım diyorum sanki yazmış gibi, hayır Çehov'un hikayelerinden seçmeler işte.

Bu yazıyı "aman kendim diye söylemiyorum küçükken şunu da yaptım, bunu da yaptım." demek için değil, "şimdi niye böyle oldu, ne yapabilirim"i paylaşmak için yazdım.

Aslında umudum hala sönmüş değil, Pınar Fotoğrafçılık Kulübü'ne gidelim diyor, Almanca kursuna gidip fiyat sorduk, piyano hocasından aldığım telefon numarasını hala silmedim. Belki bir gün...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Bir Otobüs Hikayesi

O Cumartesi günü, Taksim'den iki katlı ekspres otobüse ilk duraktan binmeme rağmen ayakta kalmıştım. Aslında ayakta gitmiyordum, sadece oturacak bir koltuğum yoktu. Tek artısı adının "oturmak" olduğu ancak ayakta kalmaktan daha iyi mi kötü mü olduğuna karar veremediğim 'kaba eti merdivene koyma' eylemini gerçekleştiriyordum. Oturduğum basamak kafamı kaldırıp pencerelere baktığımda bulutları, eğilip aşağıya baktığımda ise asfalttaki çizgileri gördüğüm bir yerdeydi, merdivenlerin tam ortası. Arada sırada duyduğum acı fren seslerine normalde olduğu gibi dönüp bakamıyor, tahmin yürütmekle yetiniyordum. Bir de "Şimdi bir kaza yapsak acaba burada bana ne olur, daha mı iyi daha mı kötü?" gibi hesaplar peşindeydim.


Merdivenlerde oturmanın çilesi az önce de dediğim gibi ayakta durmanın çilesiyle yarışır. Yukarıda oturacak yer olmasa da aşağının kalabalığından kaçıp orada ayakta durmak isteyen insanlar yanınızdan geçip durur, merdivenin sertliği bir süre sonra poponuza batmaya başlar ve ya çok bunaltıcı ya da çok rüzgarlı olan hava koşulları sizi hasta eder. Bir de ben ilk duraktan bindiğim için önümüzdeki yarım saat boyunca her durakta bu durumla karşı karşıya kalacak olmam manevi olarak da bünyemi etkiliyordu. İlk başlarda çok kişi yukarı çıkmadı, çünkü alt kat henüz dolmamıştı. Durakları geçtikçe, birer ikişer yukarı çıkmaya başladı insanlar. Merdivende oturan diğer kaderdaşlarım kalkıp yer veriyor, ben ise kucağımdaki dergiyi, çantayı, ceketi toplayıp ayağa kalkmak zor geldiği için duvara yapışarak yol açıyordum, ta ki bir adamın kot pantolonunun arka cebiyle burnumun temas etmesine ramak kalana kadar.

İşte yazıyı yazmama sebep olan olay o sıralarda gerçekleşti. Fitili ateşleyen teyze daha önce de yukarı çıkarken dikkatimi çekmişti. "Gençler bir yol verin de yukarı çıkayım, orası daha ferahtır." lafında bile tarif edemediğim ancak emekli bir öğretmen veya avukat olduğunu belli eden havayı sezebiliyordum. Yaşına rağmen (50 civarı) çapraz taktığı çantası, gözlük çerçeveleri, ciddi duruşu birazdan olacak olayların habercisiydi belki de.

Ben kafamı kaldırıp pencerenin köşesinden görünen binaların tepelerine, ağaçların şekillerine bakarak kendi kendime nerede olduğumuzu tahmin etmece oyunu oynarken birden üst kattan bir ses duyuyorum: "Siz oraya ayaklarınızı koyuyorsunuz ama.." diye başlayan bir kadın sesi. Ellili yaşlarda, fazla "bilinçli", çeşitli derneklere üye, hayvan hakları savunucusu, apartman toplantılarında en çok konuşan bir teyze canlanıyor gözümün önünde. Bir de deminki teyzenin görüntüsünü düşünüyorum ve "evet" diyorum, "işte bu o.". Neye kızmış olabileceğini düşünüyorum ve sesin yöneldiği tarafı da göz önünde bulundurarak teyzenin üst katın en önünde oturan bir gence, ayaklarını öndeki tutacak borulara koyduğu için kızdığını tahmin ediyorum.

"Böyle de olmaz ki" diye devam ediyor teyze "bir çocuk oraya otursa ne olacak, elini oraya koyacak sonra onu yüzüne götürecek, o ellerle yemek yiyecek, ohoo sonra her yer mikrop." Karşı taraftan henüz ses çıkmıyor, çünkü kendini savunacak bir şey yok, teyzenin sesi de gayet makul bir düzeyde, halbuki biraz yükselse karşı taraf hemen bunu fırsat bilip "niye bağırıyorsunuz" diye durumu dengeleyecek ancak teyze belli ki böyle tartışmalar konusunda deneyimli ve bu fırsatı vermiyor ona.

"Şimdi kalabalık olmasa aşağı inip kaptana anlatacağım durumu ama.." diye kendi kendine söylenme tadında karşı tarafa giydirmeye devam ediyor. Halbuki bilmiyor ki kaptan üst katta ayakta durmak yasak olmasına rağmen daha çok yolcu almak adına insanları üst kata çıkmaya teşvik eden biri. Teyze bu boş tehditler işini biraz abartıyor ve bu tip konularda maksimum konuşma süresi olan 3-4 dk.yı geçiriyor. Ben bir basamak önümde oturan kızla göz göze gelip gülüşüyorum. Hatta o sırada herkes birbirine bakıp gülüşüyor. Teyze, karşı taraf ve teyzenin sessiz yandaşı -kendi kendine mırıldanarak ona destek veren kadın- dışında.

O sırada farklı bir ses daha duyuyorum, bir kadın sesi. Teyzenin kızdığı genci savunuyor olsa gerek, ses hem gencin yakınından, hem de yüksek çıkıyor. Sonradan anlıyorum ki, bu kadın onun annesi. "Eh tamam söylediniz indirdi, daha ne konuşuyorsunuz?" diyor teyzeye. "İndirdi mi, indirmedi ki." diyor yandaş kadın. "Yook, önce bir şikayet etti sonra indirdi tabi." diyerek kontrolü tekrar ele alıyor teyze. Sonra olayı siyasete taşıyor.

Burada bir parantez açmak istiyorum, çünkü Bahçeşehir otobüslerindeki en ufak bir aksaklık ülke meselesi olmaya adaydır her zaman. Otobüs çok kalabalık olduğunda "Oy verdiniz verdiniz böyle oldu." konusunda herkes hem fikir olur. Çünkü Bahçeşehir, Başakşehir çatısı altına alınmadan önce iktidar karşıtı duruşuyla meşhur olmasına rağmen Başakşehirle birleşince çoğunluğu sağlayamadığı için AKP'li belediye başkanına razı olmak durumunda kaldı. Her neyse, demem o ki belediye buralarda pek sevilmiyor ve otobüslere kanat taktırılmadıkça bu durum değişecek gibi değil. Hakikaten de otobüsler geç gelmesiyle, kalabalık olmasıyla aldığı çift bilet parasını pek de hak etmiyor.(Ama geçen günkü wi-fi'li otobüs beni mutlu etti, teşekkürler.)

Ne diyordum, evet, teyze bu sefer de herkesi bu tür olaylara sesini çıkarmamakla suçluyor. "Türk halkı bu yüzden bu durumda" gibi bir şeyler söylüyor. Kızılan Kız'ın annesi "Kalk kızım teyzeye yer ver belli ki o yüzden bu kadar konuştu." diyerek kavgayı başka bir boyuta taşıyor. Teyze bu atağı da güzel bir şekilde savuşturuyor: "Yaşlılığın ayrı bir güzelliği var, babaanneyim ben, torunumla çok mutluyum."

Sonunda daha önce sesini hiç duymadığımız Kızılan Kız da patlıyor. Hem de ne patlama. Gençliğin verdiği heyecanla (merhaba, ben Görkem, 70 yaşındayım) o otobüsün duyup duyabileceği en yüksek sesle bağırmaya başlıyor. "Eeh, yeter artık indir dedin indirdik yaşlıysan yaşlılığını bil sus herkesi rahatsız ettin." Bir sessizlik oluyor. Teyzenin yandaşı kadın gittikçe azalan bir sesle "Yoo, ben rahatsız olmadım." diyor. Teyze ise susuyor. Otobüs benim durağıma yaklaşıyor. Yerimden kalkıp "inecek var" butonuna basıyorum. Otobüs durup kapılarını açıyor, ben iniyorum.

21 Eylül 2010 Salı

Bayram Tatili

Bu bayramda İstanbul'da kalıp Kavak'tan Paşabahçe'ye, Güzelce'ye, Bostancı'ya giderken (semtlerin bazılarının adını bilmiyor olabilirsiniz, düşünün ne kadar uzaklara gidiyoruz) trafikte bitap düşmek yerine ailecek Altınoluk'a, anneannemlerin yazlığına gittik.

Benim babam çok gezmeyi sevmez. Pazar günü onun için evde yatıp arka arkaya 3-5 tane film izlemektir. Bodrum'daki tatil ona göre şehir merkezine hiç inmeden tüm gün şezlongta uzanmaktır. Ancak bu tatilde nasıl olduysa, çok da iyi oldu orası ayrı, bizi gezdirmeye karar vermiş. İlk gün orada kalıp denize girdikten sonra, ikinci gün arabaya atlayıp Assos'a gittik.

Assos, ufak bir sahil kasabası. Bir tane antik şehri var, burası kasabanın turist merkezi. Şehir bir tepenin üstüne kurulmuş. Oraya çıkan yokuş oldukça dik ve engebeli. Annem, babam ve kardeşim zirveye ulaşana dek kan ter içinde kalırken, ben hiç yorulmadığımı fark ettim ve bunu yakın zamanda İngiltere'de yaptığım gezilerden alışık olmama bağladım. Antik kentte manzara dışında pek bir şey yok. En tepeye kadar çıkıp fotoğraflar çektikten sonra, aşağı inmeye koyulduk. Yokuşta turistlere yönelik hediyelik eşya, havlu, takı toka satan tezgah var. İnerken önümde yürüyen babam birden durdu. Tezgahının yanında oturmuş bir parça ekmek ve zeytin yiyen, 75-80 yaşında bir teyzeye bakıyordu. Yaşlı teyze onun öyle baktığını görünce küçücük ekmeğinin yarısını kopararak babama uzattı ve "Karnın açsa ye oğlum." dedi. Bu tekliften oldukça etkilenen babam teşekkür edip teklifini nazikçe geri çevirdi ve onun bir fotoğrafını çekmek istedi. Teyze "Çekme oğlum abdestim kaçmasın, namaz kılacağım." dedi. Hepimiz teyzenin cana yakınlığından etkilenmiş bir şekilde yolumuza devam ederken annem "Benim memleketimin insanı işte." diyerek kendine pay çıkarmasını bildi.

Buradan sonra arabayı da alıp sahile doğru gittik. Bir jandarma eri bize aşağıda yer olmadığını söyledi, biz de oradaki otoparka park ettik. Bu sırada dışarıda hava o kadar sıcaktı ki, annem sürekli kafamıza su dökmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Bu olayı da hiç sevmem, güneş gözlüğüm ıslanır, tişörtümün içine su girer, zaten nereye döktüğümü de göremediğim için kesin yanlış yerlere dökülür. Her neyse, sahilde bir lokantada oturup çok güzel bir balık tattık, adı sinaritmiş.

Ertesi gün de Cunda Adası'na gidelim dedik. Burası Girit'teki Müslüman Türkler'in Girit elden çıktıktan sonra getirildikleri yermiş. Dar sokakları, şirin evleriyle bir Yunan adasına benziyor. Bir tane eski, yıkık dökük bir kilisesi var, içine girilmiyor. Kiliseye gittiğimizde yalnızca dışını görüp hayal kırıklığıyla oradan ayrılırken, sokağın tam karşısında 8-10 kişinin bir araba etrafında toplandığını gördük. Ne oldu diye oradan birine sorunca, arabanın arka koltuğuyla ön koltuğunun arasına bir keçinin sıkıştığını söyledi. Evet, bir keçi. Oraya nasıl girdiğini, ne yaptığını öğrenemedik.

Kilisenin karşısında da bir tanıdığımızın ev aldığını duymuştuk. Geçen sene eniştemlerle adaya gitmiş olan kardeşim bize evi gösterdi. Kardeşimin anlattığına göre eskiden yıkık dökük olan bu ev, biz gördüğümüzde restore edilmiş, oldukça güzel olmuş. Bu tanıdığın kim olduğunu anlatmak biraz zor, teknik olarak eniştemin eniştesinin kardeşi oluyor. Yıllardır yurtdışında yaşayan bu amca bizi İsviçre seyahatimiz sırasında çok güzel gezdirmişti, oldukça misafirperver ve genç ruhlu biriydi. Bir de eşiyle tanışmıştık. İşte ev onlarındı.

Biz de tabi insanlık hali, içini de merak ediyoruz. Annem elini gözümüze siper ederek camlardan içeri göz atmaya çalışırken birden "Ay!" diyerek geri çekildi. Aynı anda kapı açıldı. Meğer amcanın eşi içerideymiş. Ancak kadın bize evin önünde park etmiş arabayı göstererek "Arabanızı mı almaya geldiniz?" diye sorup, annem de üstüne "Hayır, bu ev Turgut Abi'nin eviymiş de." deyince, anladım ki iki taraf da birbirini tanımamış. Taraflar birbirlerine kendilerini tanırken ben de içimden "Oh şimdi içeri girer bir çay içer dinleniriz." diye düşünüyordum. Ama bir baktık, kadında bizi içeri çağırmak gibi bir niyet yok. En son biz gitmeden "Eh, siz bir dolaşın gelin." demez mi? "E teyzecim oldu mu şimdi, biz zaten kaç saattir dolaşıyoruz, yapacak bir şeyimiz kalmadı geri döneceğiz!" demedik tabi, "Oldu o zaman selamlar." diyerek arabaya doğru yol aldık.

Son günümüzde denize girme hayalleri kurarken iki gündür günlük güneşlik olan havanın bozmasıyla bu hayallerimiz suya düştü. Anneannem akşamüstü Altınoluk'a inme önerisi yapınca kabul ettik biz de. Annem, kardeşim, anneannem ve ben, babamla dedemi evde bırakarak akşamüstü Altınoluk'a gittik. Gümüşçülere, tezgahalara bakınıp birkaç bir şey aldıktan sonra Ayvalık tostu da yeyip dönüş için minibüs durağına yürüyorduk ki, birden havlayan köpek sesleri duyduk. Bir de baktım, 4-5 tane köpek havlayarak son sürat bize doğru koşuyorlar. Annem ve ben köpeklerin yolunda değildik ancak kardeşimle anneannem tam hedefteydi. Anneannem geri çekildi, kardeşim öne, bizim yanımıza gelmek istedi, ancak o sırada iki bacağının arasından geçmekte olan köpeğe takılarak yere kapaklandı. Hemen yanına koştuk, onu bir yere otutturduk ancak yüzündeki acı ifadesinden bunun normal bir incinme olmadığı anlaşılıyordu.

Hemen taksiyle eve döndük ve Zeynep'i Edremit Devlet Hastanesi'ne götürdük. Meğer bileğinde küçük de olsa bir kırık varmış. İşte o günden beri, bacağı alçıda, sürekli yatıyor, annemle ben de ona bakıyoruz. Devamı sonraki yazılara. Uzun süre yazamadım evet, ama vaktim olmadı, ya da üşendim. Daha Cambridge'den bitmeyen yazılarım da var. Görüşmek üzere.

Fotoğraflar: Muhsin Şengün

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Yağmursuz Bir Gün


Bu söylediğim şu anda Türkiye'de olanlara - özellikle İstanbul garip gelebilir ama sıcağa hasret kaldım. Yağmursuz bir günümüz geçmiyor. Bugünlerde İstanbul ahalisi gerek Facebook'tan, gerek MSN'den gerekse webcam'den "Yandım allaah" nidalarıyla ortalığı çınlatırken, ben evde bile üzerimdeki kapşonluyla oturuyorum. Sabah pencereden bir bakıyorum, hava günlük güneşlik. Ama bunun yanılgısına düşüp ceketimi giymeden evden dışarı çıkıyor muyum, hayır, çünkü 2-3 saat sonra havanın sonbahara döneceğini biliyorum. -bu kısmı bir iki hafta önce yazmıştım.-

İngiltere çok garip bir yer. Aslında bu yaz tek başıma nereye gitsem bunu söyleyecektim muhtemelen. Çünkü öyle bir şey ki, her sabah kahvaltınız hazır değil, size tehlikeli şeyler için izin vermeyecek bir babanız yok, pasaportunuzu yanınızdaki birine teslim edip rahat rahat gezemiyorsunuz. Yemek yapmak, yatıya gelen kız arkadaşlarınızla yapılan domatesli makarnadan ziyade, artık bir ihtiyaç oluyor. Gidip tüm paranızı Waitrose'dan, Marks & Spencer'ın marketinden çilekli truffle'a yatırmak yerine Tesco gibi nispeten ucuz marketlerden 2 tanesi 5 pound'luk mikrodalga yemeklerden alıyorsunuz. Alıyorsunuz ki haftasonu gezinizde maddi açıdan rahat olabilesiniz. Şikayet ettiğimi sanmayın, mikrodalga yemek falan ama çok güzeller bence. (bunu kendimi avutmak için yazmışım belli ki, iki tane zeytinyağlı dolma hüpletince bak bakalım mikrodalga falan kalıyor mu)

Başka neler var, bir düşüneyim. Öğle yemeğimi kendim yapıyorum, bulaşıklarımı kendim yıkıyorum. Ve şimdi annemin neden her akşam yemeğinden sonra mutfağı toplamasının ardından krem sürdüğünü anlıyorum. Suyla uğraşmak ellerinizi kurutuyor çünkü.

Burada misafir ağırlamayı öğrendim. Aile bizim evde kalmadığından, buradaki Türk arkadaşlarım birkaç kez bizim eve geldi. Kebap yaptık, kısır yaptık, cacık falan, bir sürü şey. Tabi kızlar bulaşık olsun, yemeklerin yapımı ve servisi olsun çok yardım ettiler ama sonuç olarak ev sahibi olarak sorumluluk benim üzerimdeydi.

Geçen gün eski ev arkadaşım Cristina geldi. Hemen iki dakikada tortellini pişirip soslayıp koydum önüne. Geçen gün de burada tarifini uydurduğum -tarifi yok aslında, her şey hazır- muzlu nutellalı fıstık ezmeli krepten yaptım, bana dedi ki "Ben bunu yiyemem." "Aa" dedim, "Niyeymiş ki, sevmiyor musun?". Cevabı beni çok şaşırttı "Her gün bana bir şeyler ikram ediyorsun, ben bunu kabul edemem.". Haydaa, kızım sen bir Türkiye'ye gel de bak annem sana neler yediriyor, bu ne ki? Ben de kıza bunun bizim ülkemizde normal bir şey olduğunu, Selinle - ailenin diğer evinde kalan yakın arkadaşım - birbirimize sürekli bir şeyler ikram ettiğimizi ve bize göre bunun zaten böyle olduğunu anlattım. Peki dedi yedi garibim. Zaten buraya geldiğinden beri ailesiyle hiç konuşmadı, bir tek geldiğini haber verdi, o kadar. Hiç mi merak etmiyorsun kızını, bari bir mesaj at, yok.

Şimdi havalar böyle serin ve yağmurlu olunca ben tabi bir kaç kez hasta oldum. Çok ciddi şeyler değil, burnum tıkandı boğazım kaşındı. Bir tanesinde ateşim çıkar gibi oldu, o gün kendime bir güzel baktım, ıhlamur, çorba, minoset, uyku derken ertesi gün sağlığıma kavuşmuştum.

Her yere bisikletle gidip geliyorum. Arabanız gibi oluyor, park yeri arıyorsunuz, kalabalık günlerde park edecek yer bulamayınca etrafta birkaç tur atıyorsunuz, sonra çıkan birini gördüğünüzde hemen onun yanında pusuya yatıyorsunuz, bisikleti oraya kilitleyip şöyle bir kilidi kontrol ettikten sonra işinizi halletmeye gidiyorsunuz. Dönüşte elinizdeki poşetleri sepetinize koyup rahat rahat evinize gidiyorsunuz.

Ben İstanbul'da öyle akşamları, geceleri dışarı çıkan tiplerden değilim. Şimdi oraya gidince tabi elinizde sonsuz bir özgürlük var. İstesem Eurostar'a atlar Paris'e giderim, bizimkilerin ruhu duymaz. Ama işte o iş öyle değil. Bir kere yanınızda has arkadaşlarınız, güvenilir tanıdıklarınız yok. Bir grupla gece dışarı çıksan, oradaki kimse, hani hiçbir erkek, seni gece eve bırakmayı teklif etmez, sen söylesen de götürmez muhtemelen. O yüzden saatini ona göre ayarlayacaksın. Orada tek başınasın çünkü. Başına bir şey gelse arayacağın kimse yok.

Yani ben bu gezide ilk kez tek başıma yaşadım. İlk kez kendime baktım. İlk kez okula tek başıma hazırlandım, geç de kalmadım. İlk kez misafir ağırladım, ilk kez çamaşır yıkayıp -tamam makine yıkadı ama- ütü yaptım. İlk kez hiç bilmediğim bir şehri tek başıma keşfettim. İlk kez kendimle bu kadar başbaşa kaldım. Galiba ben, hatta eminim ki, bu tatilde büyüdüm.

Bu arada dün İstanbul'a döndüm. O da ayrı bir hikaye, haydi görüşürüz.

not: uzun zamandır yazamıyorum, artık eve döndüm, gezilip görülecek yeni yer yok, sıcak zaten, kalanları buradan anlatırım.

3 Ağustos 2010 Salı

İngiltere'nin Denizi

Geçen haftasonu Türkiye'den çok yakın arkadaşım Naz -o da Londra'da bir dil okulunda- bizim eve kalmaya geldi. Cumartesi günü 4 kız İngiltere'nin sahil şehri Brighton'a gittik. Buradan Londra'ya gittik, oradan metroyla başka bir istasyona geçtik, oradan da Brighton trenine bindik, baya uzun ve zor bir yolculuk oldu yani. Direkt giden otobüsler de vardı ama tren biletini 4 kişi aldığınız zaman fiyat yarıya iniyor, o yüzden treni tercih ettik.


Brighton'a vardığımızda istasyonda bedava dağıtılan haritalardan almaya gittik. Danışma masasına gittiğimizde bir de baktık, sadece 3 tane kalmış. Oradaki görevli bayanın masasında da bir 10-15 tane var. Selin onun yanına gidip bir tane harita rica etti, kadının cevabi "Lütfen sıraya girin" oldu. Sira dediği 10-15 kişilik, herkesin işi 10'ar dk. sürüyor. Hayır alt tarafı bir tane harita vereceksin, uzansam masanın obur tarafından ben de alırım yani o kadar yakında duruyor. Neyse sonunda diğer yolcular da isyan etti de kendisi lütfedip haritalari koydu.Londra seferimizde yanimizda olup bize rehberlik eden Pınarcığım bu gezide yanımızda olmadığından ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Haritada gözüken en yakın müze olan Oyuncak Müzesi'ne gidelim dedik. Müzeye girmemizle çıkmamız bir oldu, çünkü hayal ettiğimiz gibi ilgi çekici oyuncaklar yerine tahtadan trenler, arabalar vardı ve giriş paralıydı.

Dışarı çıktığımda şunu fark ettim, burası şimdiye dek gördüğüm hiçbir İngiliz şehrine benzemiyordu. Denize kadar devam eden yokuşu - Cambridge'de hiç yokuş yok, bisiklet kullanırken çok rahat oluyor -, yanınızdan geçen arabalardan yabancı plakalı olan birkaçının direksiyonunun doğru tarafta oluşu - başka bir şehirde bunu görmedim- , beyaz evleri, parklardaki martıları, Taj Mahal'e benzeyen Pavillon'u, parlayan güneşi ve tabi ki denizi, yani okyanusu ile İngiltere'den değil de Kıbrıs'taymışsınız gibi hissettiriyor.

Tren istasyonu ile deniz arasındaki yokuştan inmeye başladık. Biraz gittikten sonra karşımıza dükkanlar çıktı, ama öyle bildiğiniz ünlü markalar falan değil. Plakçılar, 2. el kıyafet ve eşya satan mağazalar, el yapımı şapkalar, tokalar, cam şişelerden küllükler, bardaklar yapan dükkanlar var. Buralara dönüşte geliriz diye şöyle bir bakıp geçtik, bu memlekette dükkanların en geç 6'da kapandığını unuttuk tabi, o dükkanlara bir daha giremedik.


Tarihi eser olarak yalnızca bir tane sarayları var, Royal Pavillon. 19. yüzyılda Kral George zevk-i sefa sürmek için, yazlık saray olarak yaptırmış. Deniz kenarı olduğu için o sıralar sosyetenin gözde sayfiye yeriymiş. Ama sarayın içine girmedik; hem biletler 10 pound'du, hem de çok sıra vardı.

Oradan sonra Brighton'ın en büyük atraksiyonu olan Brighton Pier'e gittik. Pier, kıyıdan denizin birkaç yüz metre içine kadar uzanan devasa bir iskele. Üzerinde koskocaman bir atari salonu ve lunapark var. Lunaparktaki oyuncaklar da okyanusun tam kenarına kurulu. Bu yanda gördüğünüz oyuncak en uçta duruyor ve o iki kol dönüyor. En tepedeyken de takla atıyorsunuz. Denizden yüz metre yüksekte denize tersten baktığınızı ve uçtuğunuzu düşünün. 7 tur atıyor ve indiğinizde dengenizi bulmanız biraz zaman alıyor. Selin'in ısrarlarıyla bindiğim bu oyuncakta geçirdiğim 3-5 dk'dan sonra yere indiğimde artık daha cesur bir insan olmuştum, ciddiyim.

Brighton'daki 5 saatimizi de Pier'de geçirdikten sonra saatimize baktığımızda fark ettik ki ne dükkanlara bakmaya, ne de bir oyuncağa daha binmeye vaktimiz var. Koşar adımlarla istasyona gidip trenimize bindik. Trenle 2 saat 40 dk. süren yolculuktan sonra evimize vardık. Cambridge de olsa insanın evi gibisi yok tabi.

Hep gittiğim yerlerden bahsediyorum, biraz da okuldan bahsedeyim, şöyle bir gelişme oldu, EF2 sınıfından (upper-advanced arası) F'e (advanced) yükseldim.

Şimdilik bu kadar, bu haftasonu da Oxford'a gitme planımız var. Görüşmek üzere.

18 Temmuz 2010 Pazar

Cambridge'de bir Türk

Geçen haftasonu ev arkadaşım, hatta buradaki en iyi yabancı arkadaşım gitti. Şu an o evde iki tane pis kızla beraberim. İngiltere'de, Türkiye'de alıştığım gibi yaşamaya çalışıyorum. Kahvaltı için kendime bal, Nutella almanın yanında, Erikli Su bulmam benim için büyük bir mucize oldu. Buradaki suların tadı hiç güzel değil çünkü.

Her köşe başında bir kebap shop var. Hiç denemedim, ama dışarıdan bakıldığında çok pis yerler gibi duruyor, ayrıca yurt dışına çıkıp da kebap yemek kadar ters bir şey olabilir mi, adamlar kebap yemeye bize geliyorlar.

Bu haftasonum çok dolu ve yorucu geçti. Cumartesi York'a, Pazar da Londra'ya gittik. York Ortaçağ'dan kalan kaleleriyle, orada yıllarca hüküm süren Roma İmparatorluğu'nun kalıntılarıyla dolu bir şehir. Bir de York Castle Museum var ki, Ortaçağ'dan 60'lara kadar tarihin akışına tanıklık ediyorsunuz.

Victorian Street adlı, o döneme ait bir sokak yapmışlar. Sokakta gümüşçü, eczane, şekerci, oyuncakçı gibi dükkanlar ve okul, polis istasyonu gibi binalar var. Bazı dükkanların içinde gerçekten satış yapılıyor. Sokakta at arabaları dolaşıyor -hayır dolaşmıyor, olduğu yerde duruyor ama o izlenim verilmiş-.

Daha sonra kalenin zindanlarına geçtik. Burası ayrı ayrı koğuşların bulunduğu, yer altında bir bölme. Her koğuşta odanın duvarına projeksiyonla bir mahkumun görüntüsü yansıtılmış. Gerçek mahkumların gerçek hikayeleri dönem kostümleri giymiş oyuncular tarafından canlandırılmış. Eğer vaktimiz olsaydı da dinleyebilseydik burada anlatırdım ama maalesef oturup dinleyemedik. Zindanda kapkaranlık bir oda var, kapısı açık. İçeri bir giriyorsunuz, karşınıza aniden parlak bir yazı çıkıyor: ".... (tarihi tam bilemedim) 1747 tarihinde bu odada 9 kişi havasızlıktan boğularak öldü." Ve birden sesler duymaya başlıyorsunuz, nefes almaya çalışan insan sesleri. Hatta galiba odanın havası da azaltılmış, ya da psikolojik bir durum bilemiyorum ama benim de nefesim daralıyormuş gibi geldi.


Daha sonra diğer bölüme geçiyorsunuz. Burada ise artık Yakın Çağ'dan örnekler var. Örneğin oturma odasının 1800'lerden 1930'lara, 1950'lere kadar değişik örneklerini yapmışlar. Daha sonra temizlikle ilgili bir bölüme geçiyorsunuz ve çeşitli dönemlerin banyolarını görüyorsunuz. Mesela 1900'lerde mutfakta duran bir küvete ocakta ısıtılan suyla doldurup tüm aile aynı suda yıkanırlarken, sadece 20 yıl sonra sıcak soğuk su musluklarının olduğu modern, fayanslı banyolara geçiliyor. Yandaki resimde de merdaneli çamaşır makinelerini görüyorsunuz.

York'ta saat 19:30'da hayalet avı turları başlıyor. Bunlar York'ta yaşanan (!) doğaüstü olayların anlatıldığı, yerlerin gezildiği, turist çekmek için birebir turlar. Akşam orada olsaydık katılmayı isterdim ama rehberimizin dediğine göre pek bir şey kaçırmış sayılmam.

Pazar günü de Londra'ya gittik. Ama onu bir sonraki yazıda yazarım artık.

Bugün de Cambridge'de mutlaka yapılacaklar listesinde ilk sıralarda yer alan "Punting" yaptık. Küçük kayıklarla Cam Nehri'nde yapılan gezintiye verilen isim. Kayıkta 6 kişiydik, hepimiz kızdık. Halbuki kayığın gerisinde durup o sopayla kayığı yürütecek güçlü kuvvetli biri lazım. Biz tabi 15 dk. boyunca olduğumuz yerde burnumuzu doğru yere vermeye çalıştık. Bunu başardıktan sonra, tam 10 m. ilerledik diye sevinmeye başlamışken, o güneşli hava bozdu, gök gürledi, bir yağmur bastırdı ki, ben buraya geldiğimden beri böylesini görmemiştim. Tam yarım saat boyunca bir arpa boyu yol gittik, iliklerimize kadar ıslandık. Bir de sürekli komşu kayıklarla çarpışıyoruz, yan kayıktaki kız ayağa kalkmış güya komiklik olsun diye küreğini suya yan yan çarpıp duruyor, üstümüze su sıçratıyor, zaten canımız burnumuzda suyla cebelleşiyoruz, en sonunda buna "Bana bak, bi daha öyle yaparsan iterim seni aşağı" diye bağırdım, baktım hala boş boş bakıyor, gülüyor mülüyor edepsiz. Hayır laftan da anlamıyorlar.

Dün de bizim evde Türk Günü yaptık. Türk malları da satan bir marketten bulgur, salça alıp kısır yaptık, Tesco'dan kebap alıp fırında pişirdik, burada "wrap" denilen şeyleri de lavaş gibi kullanıp dürüm yaptık. 9 tane Türk Cambridge'de çok güzel vakit geçirdik, valla yabancı insanlar hiç böyle değiller.

Not: İngiltere'de durakların niye ters olduğuyla ilgili bir şeyler saçmalamışım geçen, o öyle değilmiş. Bekleyenleri yağmurdan ve rüzgardan korumak içinmiş. Bir de anahtarlar ters sokuluyor. Tırtıklı kısım üste bakacak şekilde yani. Öyle işte, görüşmek üzere.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Cambridge - 3.hafta



Cambridge'de yaşamaya artık iyice alıştım. Mesela bir sıcak bir soğuk musluğun yanında bulunan tıpayla lavabonun deliğini kapatıp içine istediğiniz sıcaklıkta su doldurup ellerinizi öyle yıkadığınızı keşfettim. Ama tabi ki 4 kişi beraber kullandığımız banyomuzda böyle bir şey yapmaya kalkışmadım.

Farklı milletlerden insanlarla anlaşmak benim için bazen zor oluyor, çünkü ne temizlik anlayışları, ne başka insanlarla ilişkileri bize benziyor. Biliyorsunuz ki evde 4 kız yaşıyoruz. Kahvaltıları kendi evimizde ediyoruz, akşam yemeklerini eskiden yaşadığım evde. Dolayısıyla kahvaltıda kullandığımız tabak, çatal ve bardakları yıkamamız gerekiyor. Ben kendiminkileri yıkıyorum, diğer iki kız da yıkıyor ama yine de lavabonun içi bir süre sonra dolup taşıyor, bu da demek oluyor ki aramızda bir tane tembel var -adı bende kalsın-.

Her zaman duyduğum, ama hiç başıma gelmeyen "öğrenci evi olayları"nı yaşamaya başladım. Mesela Cristina'yla ortak bir 2lt'lik Schweppes aldık. İkimiz de birer bardak içtik, ama bir de baktım ki her geçen gün şişenin içindeki sıvı azalıyor. Cristina da içmiyor, biliyorum. Hadi dedim olsun diğer kızlar da içsin, zaten indirimli fiyattan almıştık. Ama şu son olay tepemin tasını attırdı: Cristina Rus kızı bizim koskoca şişemizi ağzına dayayıp içerken görmüş! Hadi içtin tamam da bari edebinle iç. Neyse, daha bir sürü şey var da, anlatıp sinirimi bozmayayım.

Okulda seviye atladım. Şöyle ki Upper Intermediate ve Advanced arası olan EF1'den EF2'ye geçtim. F'ye bir adım daha yakınım artık. Derslerde gramer öğrenmiyoruz, aslında her gün yeni bir konu seçip onun üzerinde konuşma, dinleme, yazma ve kelime öğrenme pratikleri yaptığımız söylenebilir. Genelde tüm aktiviteleri yanımızda oturan kişiyle konuşarak yapıyoruz. Birbirimize çok çeşitli konularda çok çeşitli şeyler soruyoruz. Bu şekilde bir sürü ülke hakkında bir sürü şey öğrenme fırsatımız oluyor.

Burada her yere gitmek çok kolay, çünkü bisikletim var! Bisikletle hiçbir yere gitmeye üşenmiyorum ve çok eğleniyorum. Kuralları da öğrendikten sonra, işim daha da kolaylaştı. İlk zamanlar kendime sürekli "Soldan git!" diye hatırlatıyordum, ama artık buna gerek kalmadı, çünkü alıştım. Direksiyonun sağda olduğunu, yürüyen merdivenlerin ters çalıştığını biliyorum artık. Sola sağa dönerken elinizle (veya ayağınızla) sinyal vermeniz - ki benim için sağ elimi bırakmak çok kolay ama sol elimi bırakmak çok zor -, hava karardıktan sonra da bisikletinizin ışıklarını açmanız gerekiyor. Şehrin her yerinde bisiklet park alanları var ve kalabalık zamanlarda, aynı alışveriş merkezlerinin parklarında olduğu gibi bölgeyi birkaç kez turlamanız ve çıkacak olan birini yakalamanız gerekiyor. Ki bu benim gibi araba kullanmaya hevesli biri için çok eğlenceli bir olay.

İngiliz yemeklerine gelince... maalesef öyle bir şey YOK. Şimdiye dek yalnızca "scone" adı verilen poğaça benzeri, krema ve reçelle yenilen bir tatlılarından yedim "milli yemek" olarak. Yanımızda bulunan Türk arkadaşımızın "Adamlar bal kaymak satarak zengin olmuş ya" yorumu da düşüncelerime tercüman oldu resmen.

Kendi okulumun sosyal aktiviteleri çok güzel olmadığı için Pınar'ın okulunun düzenlediği bisiklet turlarına katılmaya çalışıyorum. İlk hafta gittiğim tarihi Cambridge turu yazımı da bir türlü yazamadım, ama bu hafta bitmeden onu da yazacağımı umuyorum.

Haftasonu gezileri çok güzel, bu Cumartesi York'a gidiyorum, Pazar da Londra'ya. 31 Ağustos'ta da Liverpool gezisine katılmayı istiyorum. Tabi daha Brighton ve Oxford da görülecek yerler arasında. "Bir daha ne zaman geleceğim" düşüncesiyle mümkün olduğu kadar çok yere gitmek, bu sırada da bütçemi ayarlamak çok kolay olmuyor tabi. Mesela bu akşamki "Phantom of the Opera" müzikali gezisini çok pahalı olduğu gerekçesiyle göz ardı ettim. Onun yerine Greenwich'e iki kez giderim yahu!

Günler geçip gidiyor, dün azıcık hasta oldum ama ıhlamur-pastil-Minoset üçlüsü ve Erikli Su (evet, burada bir dükkanda buldum, buradaki suların tadı çok kötü) yardımıyla hastalığı yenmeyi başardım. Birazdan yemek yiyeceğiz, şimdilik bu kadar, yakında tekrar görüşmek üzere.

6 Temmuz 2010 Salı

İngiltere Gariplikleri

Bu İngiltere garip memleket vesselam. Hepimizin bildiği gibi, en büyük gariplik trafiğin soldan işlemesi ve araçların direksiyonlarının sağda olması. Neredeyse bütün Avrupa Euro'yu kullanırken, onlar Pound kullanıyorlar.

Evlerde küvetlerin perdeleri yok. Hatta kimilerinde duş başlığı bile yok. İki tane ayrı musluğun birinden soğuk, birinden sıcak su akıyor. Bir tasta ikisini birleştirip öyle su "dökünüyorlar".

Evimdeki ve okulumdaki musluklar da öyle. Nasıl ılık su elde edeceğimi bir türlü çözemiyorum. İlk seferinde sağ elimi soğukta sol elimi sıcakta yıkamıştı, tabi biri dondu biri de yandı. O günden beri sadece soğuğu kullanıyorum.



Kimi otobüs duraklarının sırtı yola bakıyor. Yani oturduğunuz zaman otobüsün geleceği yola değil, kaldırıma bakıyorsunuz. Otobüsü görebilmek için kafanızı sola çevirmeniz gerekiyor. Durakları bu şekilde konumlandırmalarının sebebi, otobüs geldiğinde kapıda yığılma olmamasıymış. Çünkü durak ters olduğu için otobüse binerken herkesin sıraya girmesi gerekiyor.

Kimi evlerde çamaşır makinesi yok. Her hafta çamaşır yıkama dükkanlarına gidiyorlar.

Bir sürü Hintli insan var. Taksi şoförlerinin çoğu Hintli. Nitekim bizim ailemiz de öyle.

Dükkanlarda aynı yemeği, içeceği oturup yemek ya da paket olarak almak için farklı para ödüyorsunuz. Oturup yemek her zaman 40-50 pence fazla oluyor. "Hava parası" gibi bir şey. İngilizler pek fazla bahşiş bırakmıyor.

Dükkanlar haftanın 7 günü farklı saatlerde kapanıyor. Her dükkanın vitrininde haftalık çalışma saatleri var ve oraya gitmek için bu saatleri bilmeniz gerekiyor. Çünkü bazı günler öğlen 1'de bile kapanabiliyorlar. 7:30'dan sonra restoran ve pub'lar dışında açık bir yer bulmak neredeyse imkansız.

Alışveriş merkezleri pazar günü çok az çalışıyor ya da çalışmıyor. Ayrıca 8'den sonra tüm dükkanlar kapalı. Alışveriş merkezinin kapıları birkaç saat daha açık kaldıktan sonra kapanıyor. Kafeler bile kapalı.

Birçok dükkanda "1 alana 1 bedava", 1 tanesi 1.50, 2 tanesi 2.50" gibi kampanyalar var.

Burada da insanları kandırmak için 5 pound'luk şeyleri 4.99'a satıyorlar ama 1 pence'i geri veriyorlar.

Hava 11.00'de kararıyor ve 3:30'da güneş doğmaya başlıyor.

Ve çoğunuzun bildiği gibi klozetlerde taharet musluğu yok.

ek: Alışveriş merkezlerinde inen-çıkan merdivenlerin yeri ters, bunu unutmuşum. Sürekli yanlış tarafa gidiyorum, sonra geri dönüyorum.

İşte böyle, ama alıştım sayılır.

Şimdilik bu kadar. Görüşmek üzere.

4 Temmuz 2010 Pazar

Gorkem as a Princess

Bu sabah yeni evimde 12'ye kadar uyuyacağım güzel bir pazar sabahı hayal ederken, saat 9'da kapının çalmasıyla uyandım. Pencereden baktım, evde kalacak olan ve bugün beklediğimiz diğer kız gelmiş. Tabi bu kadar erken beklemiyorduk. Neyse, inip kapıyı açtım ve onları içeri davet ettim. Slovakya'dan buraya kızı bırakmaya maaile gelmişler. Anne, baba ve kız dahil tüm ailenin İngilizce iletişim kurabilmesini sağlayan bir aile dostu.

Onların ne zaman, nerede, nasıl, kim ile başlayan sorularını cevapladıktan sonra uyumaya gittim ama bu sefer de yakınlardaki büyük parkta kurulan festivalden gelen sesler yüzünden uyuyamadım. Kalkıp kızlarla kahvaltı ettikten sonra, onlara etrafı göstermek -hayır, motamot çeviri tadında oldu, GEZDİRMEK- için dışarı çıktık.

Ev arkadaşlarımdan biri Cristina, İspanyol. Biri Masha, Rus ve diğeri Iveta, Slovak. Evimiz de iki katlı, dört oda bir salon, bahçeli bir ev. Bahçe dediğime bakmayın, çimen, çiçekler falan yok. Daha çok depo gibi kullanıyorlar. Mutfakta mikrodalgamız, tost makinemiz, buzdolabımız var. Her odada minibar bulunuyor.


Ev dışında neler yapıyorum, biraz da ondan bahsedeyim. Bu haftasonu, okul gezisine katıldım. Shakespeare'in doğduğu yer olan Stratford-Upon-Avon'a ve Warwick Şatosu'na gittik. Stratford öyle bir kasaba ki, başınızı çevirdiğiniz her yerde Shakespeare'in resmini, büstünü, evini, onunla ilgili şeyler satan hediyelik eşya dükkanlarını veya kitapçıları görüyorsunuz. Onun sayesinde geçimini sağlayan yüzlerce insan var.

Kasabada onun doğduğu ev, hayatının son 19 yılını geçirdiği ev ve kızkardeşinin evi var. Arkadaşlarım bunları gezmek için para vermek istemedi, ama ben merak ediyordum, bu yüzden gezi parasına ek olarak bunları gezmek için 17 pound vermeyi çıkardım. Gezinin ana teması şuydu; "O olmasaydı dünya şu anda olduğu gibi olmazdı.".

Daha sonra Warwick Şatosu'nu gezdik. Ben Ortaçağ dönem filmlerini, kıyafetleri, prensesleri falan çok severim. Bu nedenle şato benim için hayallerimin mekanıydı. Konsepte göre şato savaşa hazırlanıyordu ve her yerde savaşçılar, demirciler, ayakkabıcılar (balmumu heykeller) vardı. Etrafta prensesler ve uşaklar dolaşıyordu (canlı insan).

"Kraliyet partisi" verilen bir yerde içeri girdiğimizde dönem kıyafetleri giymiş bir adam bizi karşıladı. Havadan sudan ve İskoçya'dan buraya gelmesinin 4 gün sürdüğünden bahsetti. Önce anlamadık tabi, hemen sonra kafamdaki ampul yandı, "Siz Türkiye'den nasıl geldiniz?" sorusuna "Gemiyle." diye cevap verip konsepti bozmamış oldum.

Yeni evimde internet olmadığından ve şu anda diğer evde olduğumdan dolayı şimdi yazıyı kesmek zorundayım, yarın devam edeceğimi umuyorum.

Thou shall take care, brothers. Kisses.

29 Haziran 2010 Salı

Cambridge - 1 haftaya yaklaşırken

Cambridge'de 5.günümdeyim. Buraya "bisiklet şehri" diye geldim ama her gün bisiklet sürmekten bacaklarım o kadar yoruldu ki, akşama doğru pedalları zor çeviriyorum. Dolayısıyla günlerim o kadar yorucu geçiyor ki, akşamları bloga yazacak mecalim kalmıyor.

Okula başladım. İlk sabah kalkıp okula gitmek için hazırlanmak çok zor oldu. Çünkü şu anda ne kahvaltımı hazırlayıp elime tutuşturacak bir annem, ne de çantamı çabucak hazırlayıp hızlıca kahvaltı edecek becerim var. Okula vardığımda saat 9:03 falandı, birkaç dakika geç kalmıştım, neyse ki hemen sınıfımı öğrendim - ve içeri girip yerime oturdum.

Seviye belirleme testine göre beni koydukları sınıf E (Upper Intermediate) ve F(Advanced) sınıflarının tam ortası, EF sınıfı. Yani ne Upper, ne Advanced olmuşum. Çoğu zaman (restoranlarda, mağazalarda, herhangi bir seçim anında) kararsız olduğum için hep orta karar bir şeyler seçmeye çalışırım ve sanırım bu burada da kendini gösterdi. Eskiden hep merak ederdim, Advanced sınıflarına ne öğretiyorlar diye, şimdi öğrenmiş oldum ki, "kulağa hoş geldiği için" yazdığımız şeylerin doğrusunu, bildiğimiz gramer konularının diğer kullanış şekillerini öğretiyorlar, çeşitli kültürler (bugün Yehova Şahitleri konusunda konuştuk mesela) hakkında konuşuyoruz, kasetten bir şey dinleyip hızlıca not almaya ve bildiğimiz kelimelerin anlamlarını düzgünce ifade etmeye çalışıyoruz.

Sınıfta 10-12 kişi var ve çoğu koca koca insanlar. Bir tane İtalyan adam var mesela, 68li, bir kadın ise 55li. Benim yaşıma yakın olan yalnızca 3-4 kişi var. Bu yüzden arkadaş edinmem çok zor olacağa benziyor. Neyse ki Pınar var. Onun sayesinde yalnız kalmıyorum, bazen ikimiz, bazen de onun arkadaşlarıyla beraber takılıyoruz.

Öncelikle alışveriş konusuna değineyim. Burası yaz indirimlerinden dolayı o kadar ucuz ki, her şeyde gözüm kalıyor. Ya da şöyle söylemeliyim, buradaki pound etiketlerini beynim sürekli TL olarak algıladığı için, ben öyle sanıyorum. (1 pound=2.30 TL) Kıyafet satan mağazalardan birkaçı, mesela H&M, Primark, bizim Türk pazarlarında bulunan kıyafetleri ütüleyip, askılara koyup satan mağazalar. Ancak her ne kadar üzerinde Türkiye'de üretildiği yazsa da üzerinde 3 pound etiketi varsa, o bluzdan kaçmak imkansız hale geliyor. Ancak birkaç günün sonunda bu mağazalara alışıp, eliniz boş çıkma erdemini gösterebiliyorsunuz.

Mağazalarda, marketlerde size çoğunlukla "Torba ister misiniz?" diye soruyorlar. "Evet." derseniz de küçük mü büyük mü tercih ettiğinizi soruyorlar. Aklıma Türkiye geliyor, markette aldıklarımızı en büyük poşete koyup yanına da "Lazım olur" mantığıyla bir tane boş poşet atmıyor muyuz? Gelin görün ki, burada poşetlerimi biriktirmeye başladım ve yakında ben de çantasında poşet taşıyan "Hayır, istemiyorum."culardan olacağım. Tüm poşetlerin/torbaların üzerinde yüzde kaç geri dönüşümlü olduğu yazıyor, ayrıca evlerin önünde bir çöp, bir geri dönüşüm kutusu bulunuyor ve insanlar ilanlarla, reklamlarla geri dönüşüm yapmaya çağrılıyor.

İngiltere Dünya Kupası'ndan elendiği için herkes üzgün ve bütün taraftar malzemeleri, kıyafetleri, bayraklar, toplar indirimde. Eskiden 15 pound olan bir taraftar tişörtünü şu sıralar 3 pound'a bulabilmek mümkün.

Dün Cambridge'in tarihi yerlerini gezdik. Rehberin anlattıklarını fotoğraflarla birlikte yarın koyacağım ama şimdi söylemek istediğim şey başka. Tur sırasında su almak için bir markete girdik. Aslında marketten çok "bakkal" diyebiliriz. Üç kişiydik, üçümüz de birer su aldık ve ödemek için kasaya gittik. Bakkalın sahibi olduğunu düşündüğüm adam "Beraber mi ödeyeceksiniz?" dedi, biz "Hayır." dedik. Adam bizim dil okulu öğrencisi olduğumuzu anlamış olacak ki, bize ders vermeye başladı. "Hayır, teşekkürler." veya "Evet, lütfen." dememiz gerekiyormuş. Düzgün İngilizce için bunlar olmazsa olmazmış. Hayır sanki suları bedava verdi de teşekkür edeceğiz.

Ayrıca beni internette gören birkaç kişi, "Burada ne işin var, gidip gezsene." diyor. Hayır da sokaktaki bankta mı yatmamı bekliyorsunuz ey insanlar. Sanki 1 haftalığına geldim. Duş aldığım gibi, yemek yediğim gibi eve geldiğimde internete de giriyorum. Sonra dışarı çıkıyorum, bazen de evde oturuyorum. Yaşayıp gidiyorum işte. Neyse.

Bisikletim konusunda şanslıydım. Şöyle ki haftalık 18 pound olan bisiklet kirasını ödemek yerine, ailenin bisikletini kullanıyorum. Yalnız bisiklete bir kilit ve ışık almam gerekti. Üstelik bisikletim en sevdiğim renk olan mor.

Ailemin biraz sorumsuz olması beni rahatsız ediyor. Şöyle ki, onları sadece akşam yemeğinde bulabiliyorum, sabah evde yoklar. Akşam yemeği bir gün 6:30'da yeniyorsa, diğer gün 7:15'te yeniyor. Yani İngiliz tarzıyla hiç alakası yok, nitekim ailem Hintli. Ama odalar güzel ve ev şehir merkezine çok yakın, bu yüzden değiştirmeyi pek düşünmüyorum. Ayrıca önümüzdeki hafta diğer evdeki tadilat bitecek ve oraya geçeceğiz, her şeyin çok güzel olacağını söyleyip duruyorlar, ben de onu bekliyorum.

Bugün de Cambridge University'nin tanıtım günleri vardı. Cambridge University, 31 tane "college"dan oluşan bir üniversite. Tanıtım günü dolayısıyla tüm kolejler ziyaretçilere açıktı ve gönüllü öğrenciler kolej içinde rehberlik ediyorlardı, ben de orada okumak isteyen bir öğrenciymişim gibi broşürlerden aldım ve rehberlerin peşine takıldım. Tüm kolejler Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney Kampüsü gibi, ilginç olan şey ise, oradaki gibi çimenlere yayılmak yasak, hatta yalnızca hocalar çimenlerde yürüyebiliyor. Ayrıca tüm kolejlerde bir adet şapel bulunmakta.

Kilisenin çanları eşliğinde yazımı bitiriyorum. Görüşmek üzere.

28 Haziran 2010 Pazartesi

2.gün

Şu anda Cambridge'de ılık, güzel bir yaz akşamı var. Beklenenin aksine, hava gündüz 30 derecelerde seyrediyor. Adamlar gazeteye bile yazmış, bu aralar hava çok güzel diye. Bizdeki "Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası" gibi bir şey onlar için bu. Evdekiler sürekli "Püf, çok sıcak yandım." deyip duruyor. Ben de diyorum "Bu ne ki, siz sıcak hava görmemişsiniz.".
Otobüs beklerken Daily Mirror almıştım. Ön sayfasındaki fotoğrafta 3 tane aslanın resimlerini çeken, kafesin arkasındaki Alman Milli Takımı duruyor. Başlık şu: "Bakın 3 aslandan kim korkuyor?" (İngiltere Milli Takımı, armasındaki 3 aslandan dolayı bu isimle anılıyor.) İç sayfalarda ise Almanlar'ın "İngiliz bebeleri gelsin de görelim" gibi sözlerine karşılık vermişler. Bildiğiniz ağız dalaşı. Bizde de "Haydi çocuklar, Portakalların suyunu çıkarın" gibi başlıklar atılıyor evet de, bunlar iyice hırslanmışlar belli. Bugünkü maçta da 4-1 yenildiler, o ayrı mesele. Belki de bu akşam sokakların boş olmasının sebebi odur.

Gazetede gördüğüm bir diğer şey ise döviz bürosunun ilanı. Diyor ki, Türk Lirası'nı rakip büronun verdiği fiyattan daha yüksek fiyata satarsak - rakip büronun ismi de var üstelik - aradaki farkın iki katını geri veriyoruz. Hatta dün rakipleri Türk Lirasını daha uygun fiyata vermiş, tabloda onu bile yazmışlar. (Tabi bizim liranın burada rekabet meselesi olması da ayrı güzel, yanımda hiç TL getirmemiş olmam ise benim sorunum.) Başlık ise şu "Ya yenilmeyeceğiz, ya da farkın 2 katını geri vereceğiz.". Bir Türk reklamında hiç böyle kendi eksikliğini açıkça söylenildiğini gördünüz mü? Neyse, iki yurt dışı görünce hemen kendi ülkesini aşağılayan tiplerden olmayayım.

Bu sabah uyanıp kahvaltımı ettikten sonra bisikletimi alıp dışarı çıktım. Dün ev sahibim bisiklet kiralamama gerek olmadığını, o bisikleti kullanabileceğimi söylediğinde sevinmiştim. Üzerinde 3 tane kilit olmasına rağmen hiçbirinin anahtarı yoktu. Bu yüzden ilk amacım bisikletime kilit almak, sonra da bir yere park edip alışveriş yapmaktı. Elimde Pınar'ın bana verdiği haritayla yola çıktım. Ancak nasıl olduysa gitmek istediğim yönün tam tersinde buldum kendimi. Haritayı sokak isimlerinden takip ediyoruz tamam da, neresinin kuzey olduğunu nereden bileyim değil mi? Yosunlara bakayım desen ağaç yok, Kutup yıldızına bakayım desen güneş var. Şehir merkezini bulmak için 1 saat falan uğraştım. Neyse sonunda bir bisiklet garajından kilit aldım.

Alışveriş yapacağım yere geldiğimde o kadar yorgundum ki, eve dönsem mi diye düşünmeye başlamıştım bile. İlk olarak H&M'i gezdim, ama sokak lambasına bağladığım bisikletim çalınmasın diye bir gözüm hep onda olduğundan, pek verimli geçmedi. Sonra Türkiye'de de bulunan Clarie's'e gittim. Türkiye'dekinden çok daha fazla çeşit var. Fotoğraf çekecektim izin vermediler. 5 pound'a kocaman makyaj setleri vardı, ama 5 ton mavi fara ihtiyacım olmadığını düşünerek almadım.


Oradan çıktıktan sonra bir dükkan gördüm, vitrinde "Kapatıyoruz, %75 indirim" yazıyordu. "Hah, biz bunları yemeyiz bilirim ben senin gibileri" dedim ama baktım dükkanda hakkaten bir şey yok. Kapısına da bir yazı asmışlar "Dükkanımız sonsuza dek kapanmıştır. Teşekkür ederiz." diye. Ben de önceki yazıda yazdığım gibi kapanmış bir dükkan görünce üzüldüm ve biraz utandım kendimden. Ama ne yapayım Türkiye'de vitrininde 5 yıl boyunca "Kapatıyoruz, zararına satışlar" yazan dükkanlara alışmışım.

Biraz daha dolaşıp ıvır zıvır aldıktan sonra, öğle yemeği yiyecek güzel bir yer bilmediğim ve çok yorulduğum için hazır yemek alıp mikrodalgaya atayım dedim. Girdim Marks & Spencer'a -buradakilerde sadece kıyafet ve kozmetik ürünleri yok, yiyecek içecek ve döviz bürosu da var.- bildiğimiz et-pilav yemeği gibi bir şey aldım. Eve güç bela geldim, yemek yedim, yattım uyudum hemen.

Akşam yemeğinden sonra, ev sahiplerinin 3 kızı beni ve yeni gelen Cristina'yı dışarı çıkardılar. Bugün kaybolup 5 kez geçtiğim sokakları bir daha görmüş oldum. Eve dönüp biraz oyalandıktan sonra, Cristina'yla evin çok yakınına kurulan lunaparka gidelim dedik. Gittiğimizde saat 9:30du, ama lunapark kapanmıştı. Halbuki geceleri daha güzel görünür lunaparklar. Neyse bari bir cafe'de oturalım dedik. Merkeze bir gittik ki, değil kafe, insan bile yok ortada. Bilmiyorum bugünkü yenilgi yüzünden mi ama çok boştu sokaklar. Bunun üzerine biraz daha dolaşıp eve döndük. Yarın okul başlıyor. Bakalım ne olacak. Yazarım yine.

Haydi, görüşürüz.

27 Haziran 2010 Pazar

Cambridge - 1.gün


Şu anda bu satırları Cambridge şehir merkezine 3 dk. uzaklıktaki evimin çift kişilik yataklı, özel banyolu, şömineli, minibarlı odasından yazıyorum. Bu eve nasıl düştün derseniz, şimdi anlatıyorum;

Güzel geçen bir uçak yolculuğundan sonra, Stansted Havalimanı'na indik. 1 saat pasaport kontrolünden geçmek için sıra bekledikten sonra, UK sınırından girdim. Buradan Cambridge'e giden otobüsler var, ama öyle şehir içi otobüsleri gibi değil, bagajlı magajlı şehirler arası otobüs. Havaalanında baya bir dolaştıktan sonra - toplam 35 kg'ı bulan yükümle ne kadar zor olduğunu tahmin edersiniz- bilet satılan yeri buldum, biletimi aldım, otobüs beklemeye başladım. Yalnız bu arada fark ettim ki insan etrafında ne görürse onu yapıyor. Daha önce "can"e hep "ken" diyen ben, ingiltere'ye adım attıktan sonra "kæn" demeye başladım (anladınız işte).

Otobüs yolculuğunda sürekli ters yoldan gittiğimizi zannetmem bir yana, her arabada şoförün yanında biri olduğunu düşünüyordum. Halbuki o şoförün kendisi. Trafiğin ters yönde olması, bisiklet kullanırken sorun çıkartabiliyor, ama artık sürekli içimden şunu söylüyorum "Yolun solundan git!" Neyse gittik gittiik, sonunda Cambridge'e geldik, dedi şoför, indik. E buraya kadar her şey güzel de, planlarıma göre o an bir taksi bulmam ve elimdeki adresi ona vermem gerekiyor. Ancak etrafta hiç taksi yok. Önümdeki 2-3 Türkle beraber yürümeye başladım, e 50 m gittikten sonra bende takat kalmadı tabi. Yoldan geçen taksilere el ediyorum, hiç biri durmuyor. Neyse ki halime acıyan bir teyze bana taksi durağının yerini gösterdi de kendimi Beşiktaş-Taksim dolmuşu tipindeki taksiye attım. İskoç veya İrlanda aksanıyla - bilemiyorum hangisi hangisi- konuşan taksiciye adresi gösterdim, çok yakın dedi, beni evin önüne bıraktı ve gitti.

Eşyalarımı kapının önüne taşıdım, kapıyı çaldım, kimse açmadı. Birkaç çalıştan sonra kapıyı bir usta açtı. Evet usta. "Ben Virdee'lere gelmiştim ama?" dedim, evet burası, içeri gel dedi. İçeri girdim, bir de ne göreyim, evde eşya yok. Her yer pislik içinde, etrafta boya kokusu var. Adam da şaşırdı, ev sahiplerini arıyor, açan yok. Ben tabi yabancı bir ülkede kalacak yerimi kaybetmiş olmanın verdiği telaşla ne yapacağımı düşünmeye başladım, Türkiye'deki acentamı, okulun acil no.sunu aradım, neyse sonunda esmer tenli, yeşil gözlü, 25 yaşlarında, güzel bir kız gelip beni aldı.

Meğersem bu onların diğer eviymiş. Cambridge'de öğrencilere kiraladıkları 2 evleri varmış. Bir tanesini dekore ettiriyorlarmış, bu süre içinde ben diğer evde kalacakmışım. Böylece en başta söylediğim odaya geldim. Odam eski tipte, ama güzel. Banyom kullanışlı, duşakabin falan var. Ailem ise Hintli, ancak İngilizceleri fena değil. Kızları ise çok iyi konuşuyor.

Türkiye'deki acenta bana demişti ki, "Eve gittiğin ilk gün sana kurallarını, yemek yeme saatlerini söylerler, hatta muhtemelen yazılı olarak verirler, o kurallara uymak zorundasın." Ben de bekliyorum ki bana kurallarını anlatsınlar. Mr.Virdee ise sürekli "Az bi dur, ben sana anlatacağım." deyip duruyor, bu sırada da mutfağı temizliyordu. Sonra eşi de geldi, hepsi gayet güleryüzlü insanlar.

Akşam yemeğini kaçta istediğimi sordular, 6 okay mi dediler, olur dedim. Akşam yemeğine indiğimde hazır salata ve mikrodalgada ısıtılan hazır peynirli makarna koydular önüme, ama bu uyduruk yemeği evde temizlik günü olmasına yordum.

Bana kurallarınızı anlatmayacak mısınız diye sorduğumda, evlerinde öyle bir şey yapmadıklarını söylediler. Bir hafta sonra iki evin de öğrencilerle dolacağını, ancak herkesin tek bir sofrada yemek yiyeceğini anlattılar.

Akşam ise Pınar geldi - o benden 1 hafta önce buraya gelmişti- ve beni gezmeye çıkardı. Akşam 11de yattığımda o kadar yorulmuştum ki, anında uyudum.

Bunlar dün oldu, bugün yaptıklarımı da belki akşama, belki yarın anlatırım, çünkü tek başıma dışarı çıktım ve bisikletimle gitmek istediğim yeri ararken çok yoruldum, biraz dinleneyim. Görüşürüz.

25 Haziran 2010 Cuma

Ve Sonunda..

Geldi çattı. Yarın bir aksilik olmazsa sabah 10:50'de, Londra Stansted Havalimanı'na gidecek uçakta yerimi alacağım. Bütün gün bavul hazırladım. Bavulumun 20 kg sınırlaması olduğu için baya uğraştık. Annem yanında kalacağım aileye aldığı peştemal (evet, hamamlarda giyilen şey), Türk kahvesi seti (bakır, üzerinde el işlemeleri bulunan kahve fincanı, cezvesi ve tepsisinden oluşan takım), 250 gr'lık konserve kutu şeklindeki kahveyi ve lokumları sağa sola sıkıştırmaya çalışırken, ben de hafifletmek için kıyafetlerimden vazgeçiyordum.

Annemin bana aldığı 5'li kek pakedini, paket paket alınmış kişisel bakım ürünlerini çıkartıp el bagajımı da sırt çantam ve el çantası olarak ikiye böldükten sonra, bavulum 21.9 kg'da kaldı. Onu da artık kontuar görevlisinin insafına bıraktık.

Seyahat ütüsünden vazgeçmek durumunda kaldım, çünkü yaklaşık 1 kilo geliyordu. İngiltere'de kimi evlerin çamaşır makinesi bile bulundurmadığını düşünürsek, ütü olmasını beklemek biraz hayalperestlik gibi oluyor.




Acentedeki adam bana "2 pantolon, 1 ayakkabı, 2 tane hırka, birkaç tişört alsan yeter, bi de üstündekiler var tamam işte. Eve internet bağlatma, çok vakit geçirirsin başında." falan dedi ama tabi ben bunları dinlemedim ve bir sürü şey koydum.

Şimdi yatmam gerekiyor, yarın erken kalkıyorum, iyi geceler ve görüşürüz.

18 Haziran 2010 Cuma

Cevapsız -yok yok- Cevabı Bilinemez Sorularım

Hiç kışın yazlık siteler nasıl olur diye düşündünüz mü? Boş ve soğuk bir yazlık, beni her zaman hüzünlendirir. Terk edilmiş evler, uzamış çimler, yaprakları dökülmüş güller, hiç alışık olmadığım görüntülerdir ve beni rahatsız eder.

Televizyonlarda -genelde ShowTv yapar bunu- gördüğüm "70'lerin ünlü sinema oyuncusu, şimdilerde Sıraselviler'de bir bodrum katında yaşam mücadelesi veriyor." haberleri de beni çok üzer. Bir zamanlar o kadar ünlü, zengin olan insanları şimdi öyle görmek içimi acıtır. Belki de kendimi onların yerine koyduğum içindir, bilmiyorum.

Oturduğum semt sürekli büyüyen, yeni sitelerin yapıldığı, yeni mağazaların, restoranların, kahve dükkanlarının, kafelerin açıldığı bir yer. Ancak "tiki" denilen, yüksek gelirli aile mensubu genç insanlar çoğunlukta, dolayısıyla sürekli bir tüketim halindeyiz. Açılan pideciler, kumpirciler genellikle kepenk indiriyorlar. Ve ben, bir hafta önce açık olan dükkanı kapalı gördüğümde, oradan hiç yememiş, ömrüm boyunca da yemeyecek olsam bile üzülüyorum. Orayı açan kişinin kaç para batırdığını, istedikleri kadar çok müşteriyi çekemediğinde ne kadar zarar ettiğini, ne zaman kapatmaya karar verdiğini ve şimdi ne iş yaptığını merak ediyorum. Empatiyi abartmak da bu olsa gerek.


Taksim'de bir teyze var, hiç gördünüz mü bilmem, kızı olduğunu düşündüğüm bir bayanla birlikte İstiklal Caddesi'nde dolaşıp çöplerden kağıt, karton, teneke toplayan, 80 yaşlarında, kambur bir teyze. İşte onu, veya onun yaşındaki çalışan insanları gördüğümde de bir hüzün çöküyor bana. Eğer bir şey satıyorsa alıyorum genelde, ama yapacak başka bir şeyim olmadığını düşündüğüm için üzüntüm geçsin diye şöyle düşünüyorum: "Belki eşine, çocuklarına zamanında çok eziyet etmiştir, dövmüştür onları, belki kendi kendini bu duruma getirmiştir." Evet, bu saçmalığı yapıyorum ve üzüntüm gerçekten geçiyor.

Varsayımlardan bahsetmeyi çok severim. Etrafımdakilere ıssız adaya düşşen yanına alacağın 3 şey grubundan sorular sorarım, mesela "Adriana gelse seni sevdiğini söylese..", "Bir yangın olsa evden kaçarken yanına alacağın..." gibi başlayan sorular.

"Acaba ben bu dondurmayı yiyene kadar, dünyada kaç kişi doğacak?" gibi soruları da çok merak ederim. Küçükken de "Acaba evleneceğim kişi şu anda ne yapıyor?"u düşünürdüm. Ama gerçekten de siz banyo yaparken o anda kaç kişinin daha aynı şeyi yaptığını bilmek ilginç olmaz mıydı?
Bir de başka bir mesele var kafamı kurcalayan. "Şu ana kadar dünyadan kaç tane insan gelip geçmiştir" gibi, "Şimdiye dek kaç para harcanmıştır" gibi. Bu sorularıma biraz olsun cevap alabileceğim bir site buldum, o da şu: http://www.worldometers.info/
Elbette tam rakamları veremese de, tahmini olarak bir şeyler söylüyor ve ben orada değişen rakamları izlerken eğleniyorum.

Bu yazıyı yazarken şöyle düşünmemeniz için dikkat ettim: Bu kız da "ben ne kadar ilgincim, kimseye benzemem, kendime ait fantastik fikirlerle dolu bi dünyam var"ı gözümüze sokmuş. Sürekli "ben" kelimesini okuduğum bloglar hoşuma gitmiyor, bunu yapmayı da hiç istemem. Aslında biraz da tek olmadığımı, sizin de böyle düşünceleriniz olduğunu bilmek, belki yeni sorular duyup onları merak etmek için yazdım.

Görüşürüz. He bi de, acaba bu yazıyı kaç kişi okumuştur?

fotoğraf, çok beğendiğim larafairie'den. şemsiyeliler arasından rastgele seçtim fotoğrafı, onun çıktı.

ek: "Bugün gönderilen blog yazıları" da o sitede varmış. Şu anda,benimkiyle beraber,25.775 tane gönderilmiş. Gazeteye çıkmış gibi sevindim, çorbada benim de bi tuzum oldu. Ha ondan bahsetmeyi unuttum, gizli oy verdiğimizde-tabi şimdiye dek sadece okul başkanlığı seçiminde falan oy verdim- oy sonuçları açıklanır ve mesela "447 oyla A kazandı" denir ya, işte ben de "demek ben olmasam A 446 oy alacaktı." der ve kendimi önemli hissederim. Bu "yarın 1.456.388 aday ÖSS'ye girecek" haberindeki 388. olmakta da geçerli.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Biliyorsunuz, bu sabah kötü olaylarla başladık güne. Gazze'ye insani yardım götüren gemilere İsrail askerleri çıkartma yaptı ve 16 ölü, bir çok yaralı bıraktılar geride. Yaptıkları çok büyük bir insanlık ayıbı, bu konuda hepimiz hemfikiriz. Ancak bunun üzerine yapılanlar, birden galeyana gelme, bütün Yahudi ırkını afaroz etme, ne oluyoruz yahu?

Facebook, Twitter, bu tür siteler çok hızlı değişen ve olan şeyleri çok çabuk alıp, tüketen oluşumlar. Feysbuk hesabı olanlar bilir, sabahtan beri ana sayfanızda yüzlerce İsrail karşıtı gruplara üye olan arkadaşlarınız türemedi mi? İşi çok daha ileriye götürüp Hitler'den alıntı yapanlar, keşke köklerini kurutsaydı diyenler de hiç az değil.

Bu çok eskiden beri var. Bir ara çocuk tacizcileri çok çıkıyordu haberlere, MSN nicklerinin başına küçük kız şekli koymak bir "tepki" sayıldı.

Şu sıralar "İsrail'i Boykot edelim" türü gruplara üye olma furyası çıktı. İlk başta haklı buldum, ben üye olmasam da arkadaşlarımın katıldıkları gruplara girip baktım, insanlar neler düşünüyor falan diye. Ama olay artık "100.000 kişi olalım İsrail yıkılsın" gruplarına ve Hitler'in resimlerinden oluşan albümlere dönüşüyor. Halbuki daha geçen gün Schindler's List filmini "Beğen"memiş miydin?

Demek istediğim, "sadece oturduğunuz yerden bir şeyler yapmayın" falan değil. Tabi ki her birimiz Siyaset Meydanı'na falan çıkmadığımız için, fikirlerimizi beyan etmek için bazı yollara ihtiyacımız var. Ben Facebook'u değil, Blogspot'u tercih ettim mesela. Demek istediğim, saman alevi olmasın öfkemiz, 6 ay sonra da neye kızdığımızı, kimin ne yaptığını hatırlayabilelim.

Benim fikrim aha da budur. Görüşürüz.

11 Mayıs 2010 Salı

Gel de Fotoğrafla Uğraşma

Fotoğrafçılık zaman zaman heves ettiğim, sonra unuttuğum, fotoğrafçılık kulübü afişlerini veya güzel birkaç fotoğrafı görünce yeniden aklıma gelen güzide bir uğraştır benim gözümde. Zaman zaman Photoshop ile uğraşır, saç/göz rengi değiştirme, renklerle oynama, kesip yapıştırma gibi bir kaç ufak numara yapardım. Photoshop programının yüklü olduğu bilgisayarım bozulunca, bu etkinliklere ara vermek durumunda kaldım.

Ama bu siteleri görünce aşkım depreşti, feysbuk şeytanım uyandı. Yüzlerce resim çekip editlemek istedim.İlki, online Photoshop sitesi. Benim görebildiğim kadarıyla klasik Photoshop'un her özelliği var. Linki burada.
İkincisi de, Photoshop'un biraz daha kolaylaştırılmış versiyonu gibi. Geçen gün yukarıdaki fotoğrafı kırpmak için Paint'te ilkel ilkel debelenirken Zeynepçiğim önerdi bu siteyi. Bir çok şey elinizin altında, fotoğraflarınızı kolayca düzenleyebiliyor, kırpıp rengini değiştirebiliyor, bıyık sakal ekleyebliyor, sivilceleri silebiliyorsunuz. O da Picnik. Site yüklenirken çubuğun altında "Loading" yerinde yazan şeylere dikkat edin.

İyi eğlenceler.

9 Mayıs 2010 Pazar

Bu İş Oyuna Gelmez!

Uzun zamandır hasret kaldım HoşBeş'in satırlarına. Ama çok tatlı bir oyunla döndüm sahalara. Bildiğiniz veya bilmediğiniz gibi ben diş hekimliği okuyorum. Bu oyun tam bana göre, sizinle de paylaşmak istedim.

Oyunda bir karavanla Amerika'da seyahat ediyorsunuz. Her şehirde 3 tane hasta bakıyorsunuz, her hastanın 3-4 tane problemi oluyor. Bunları tedavi ettiğinizde bir sonraki şehire geçebiliyorsunuz. Hasta ilk geldiğinde, hasta kartını görüyoruz.



Hasta kartında hasta hakkında kısa bir bilgi, ne derdi olduğu, anestezi için hangi ilacı tercih ettiği, sevdiği müzik tarzı ve dolgu için tercih ettiği renk yazıyor. Daha sonra muayene aynasını hastanın ağzında gezdirmeye başlıyoruz. Problemli bölgede resimdeki gibi mavi bir yuvarlak çıkıyor ve yandaki aletlerden işimize yarayacak olanın etrafı sarı oluyor. O dişi hallederken, bir yandan da tükürük emme aletini arada space tuşuna basarak çalıştırmamız gerekiyor.

Tedavi sırasında sağ altta hastanın çektiği acı artarsa, ona anestezi yapıyoruz ve sevdiği müzik türünü açıyoruz radyodan.

İşte böyle, linki burada. İyi oyunlar.

Not: Oyun önerisi için Pınar'a teşekkürler.

22 Nisan 2010 Perşembe

Tek Başına Sessiz Sinema

Evde oturup sıkılıyorsanız, benim gibi isketch'ten de bıktıysanız o zaman sizi biraz oyalaması için bir oyun önereceğim. Bu bildiğimiz sessiz sinema. Yalnızca filmi siz değil, karşınızdaki çocuk anlatıyor.

Gençtürksel reklamı, ama bir süre sizi idare eder.

Buyurun link.

6 Nisan 2010 Salı

Mevlana Beni Görse "Sen Gelme" Derdi

Geçen haftasonu TDB Öğrenci Kolu 4. Ulusal Kongresi için Konya'daydım. Aytaç, Pınar, Tan, Nilüfer de geldiler. Gidişimizi trenle, dönüşümüzü uçakla yapmaya karar verdik; çünkü döndükten sonraki gün başlayan vizelere çalışmak için zamanımız kalsın istiyorduk.

Cuma sabahı eşofmanlarımızı giyip, bavullarımızı alıp okula gittik. Akşam 19:40'ta kalkacak trenimizin sabah 8:40'ta Konya'ya varması planlanıyordu. Bu benim ilk tren yolculuğum olacağı için biraz meraklı, biraz da tedirgindim. Örtülü kuşetli denilen, istendiğinde yatak olabilen 4 koltuklu bir kompartımandan aldık biletlerimizi. Saat 6 civarında Kabataş'tan motorla Haydarpaşa'ya geçtik. Trenimizi biraz arayıp bulduktan sonra kompartımana geçip oturduk. Yol boyunca şen şakrak olan grubumuz bir anda sessizliğe bürünmüştü. Çünkü sıcak, boğucu, havasız bir ortamda, loş ışıklar, 4 koltuk ve 5 kişiydik.



Tren hareket etmeye başladığında, hava kararmış, ışıklar yanmış ve camdan giren hava sayesinde kompartımanımız havalanmıştı. Ama trenin yavaşlığı, kasveti ve kompartımanın ufaklığı yüzünden herkesin uykusu geldi. Bir iki saat bu şekilde takılıp yanımıza aldığımız çubuk kraker, bisküvi gibi abur cuburların birazını tükettkten sonra, gidip yemekli vagon denilen yere bir bakalım dedik. Ray Restaurant diye özel bir işletmeye verilen bu vagonda, bir garson, bir de aşçı bulunmakta. Şunu söyleyeyim, aşçı trende sigara içiyor, vagon kötü kokuyor, garson laubali, porsiyonlar küçük ve pahalı.

Trende uyuma konusuna gelince, eğer kulak tıpanız varsa bunu yapmanız daha kolay olacak ve trende uyuduğunuz her dakikaya şükredeceksiniz. Neden derseniz, çok ses çıkarıyor ve içerisi çok sıcak (klimayı kapatamadık, ya sıcak ya soğuk üflüyor).

Neyse, yaklaşık 12 saatlik yolculuğun sonunda Konya'nın biraz dışındaki Sarayönü'nde indik. Neyse ki trende bulunan 20 kadar Yeditepeli -özellikle temsilcileri Nurettin- vardı ki, sabahın köründe rayların ortasına indikten sonra bir minibüsle Rixos Konya'ya gidebildik. Otelin giriş kapısı şu döner kapılardandı ve üzerine bir semazen resmi yapıştırılmıştı. Kapı döndükçe semazen de tam tur dönüyor, Konya'ya geldiğinizi size hatırlatıyor.
Odaya en erken 12'de giriş yapabileceğimiz için bavulları lobiye bıraktık, üstünü değişmeyenler değişti (biz trende halletmiştik), Selçuk Üniversitesi'nin bizi almaya gelen servisine bindik ve 10 dk.da kongre merkezine vardık.

Konya ekibi bizi güzel karşıladı. Organizasyon iyiydi, kayıt masalarına gidip isminizi söylüyorsunuz, onlar da size yaka kartınızı, içinde ilaç promosyonu olan defterler, kalemler ve katılım sertifikanızı içeren TDB baskılı laptop çantanızı veriyor ve yolu gösteriyorlar. Bu promosyon defterler beni çok sevindirdi, çünkü hem doktorlara dağıtılan bu ürünlerle "meslek hayatımda" ilk kez karşılaşmış oldum, hem de yapışkanlı, renkli irili ufaklı bir sürü not kağıdım oldu.


İlk panelden sonra (Yurtdışı ve Türkiye'de Diş Hekimliği Eğitimi) otele gidip yerleştik. Arkadaşlarım odalarında yayılıp kaldılar, fakat ben farklı bir şehre gelip sadece otel görüp dönmeyi kendime yediremedim. Sonunda benim ısrarlarım ve arkadaşlarımın gönülsüzlüğü karşılaşmasında ben galip geldim. Önceki gece trende uyuyamayan Pınar ve Aytaç hariç geri kalanımız şehir merkezine gitmek üzere otelin önünden geçen mini tramvaya bindik. Tabi ben saf, Akbil'in bütün Türkiye'de geçtiğini sanıyorum. Halbuki orada El Kart varmış. Tramvayda para kabul etmiyorlar, dolayısıyla yanında bileti veya El Kart'ı olmayanlar, soruyorlar "El Kart'ı olan var mı?" diye ve mutlaka bir veren çıkıyor. İşin garibi, bunun karşılığında para falan vermiyorlar, bir teşekkür yetiyor.

Şehir merkezinde önemli iki yer varmış: Mevlana Türbesi ve Aleaddin Keykubat Camii. Biz Mevlana Türbesi'ne gittiğimizde oradan ayrılmakta olan kongre grubuyla karşılaştık. Hazır yanlarında rehber varken onların peşine takılalım dedik ve türbeyi göremeden oradan ayrıldık.

Aleaddin Keykubat Camii'nde en çok ilgimi çeken şey caminin içinde yerden yaklaşık 1.5 m yükseklikteki "loca" oldu. Burada sarayda kalan sultanlar, sadrazamlar ve devletin ileri gelenleri namaz kılarmış. Esas soru, herkesin eşit olmasını öngören bir dinde nasıl böyle bir ayrıcalığın yapıldığı. İşin aslı şuymuş; eskiden önemli insanlar, devletin ileri gelenleri namazda secdeye gittikleri sırada arkalarından hançerlenerek suikaste kurban giderlermiş. Yani bu loca onların güvenliği için yapılmış.

Bir iki saat Konya'yı gezdikten sonra, akşamki yemeğe hazırlanmak üzere otele döndük. Ben saçlarımı maşalamak için 2 saat uğraştım, sonuç olarak 1 saat gecikmeli olarak yemeğe gittik. Yemekten sonra müzik başladı, herkes piste koştu, Ankaralı Namık, Konyalım gibi şarkıları duydukça yerlerine dönmeye başladı. Topuklu ayakkabılardan dolayı ben de gecenin sonunda yerimden kalkamaz hale gelmiştim.

Gece geç yattığımız için Pazar günkü ilk 2 paneli kaçırdık. Yetiştiğimiz panel öğrenci sorunlarıyla ilgiliydi. Her ilin temsilcisi kendi illerindeki üniversitelerin sorunlarından bahsetti. Kırıkkale'nin temsilcisi, ilk sene laboratuvarları bile olmadığını, sınıf sıralarında sabun oyduklarını anlattı, Marmara Üniversitesi'nden bir öğrenci çok eski tekniklerle röntgen çektiklerini. Genel olarak edindiğim izlenim şudur ki; Ankara'da diş hekimliği okuyacaksanız Gazi Üniversitesi'ni tercih edin. İstanbul'da ise Marmara Üniversitesi'nea gitmeyin.

Daha sonraki panel çok daha eğiticiydi. Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'nde ders veren bir anestezi uzmanı doktor, bize hastalarda karşılaşabileceğimiz acil durumlardan, ne yapmamız gerektiğinden bahsetti. Öyle ki kalp krizi geçiren veya alerjik reaksiyon sonucu nefes alması birden güçleşen hastalarda birkaç saniye ile hastanın hayatını kurtaracak yöntemler anlattı.

Akşam küçücük fıçıcık Konya Havalimanı'ndan uçakla İstanbul'a döndük. Trende beraber geldiğimiz Yeditepe grubu da oradaydı. Gezinin sonunda onlarla vedalaşıp evlerimize döndük.

Sonuç olarak biraz öğrendik, biraz daha fazla eğlendik, gezdik, gördük, geldik. Eksiklerimiz Mevlana Türbesi'ni görememek, etli ekmek yiyememek ve Sema gösterisi izleyememek oldu. Bu durumda Konya'ya gitmiş sayılır mıyım bilmiyorum, başlığı da o yüzden koydum.
Bu kongre seneye İzmir'de olacak diye bir söylenti var, onun daha da güzel olması dileğiyle.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...