27 Ağustos 2011 Cumartesi

Beklediğim Gün


Evet, bugün tam da beklediğim gün. Çevirimi bitirip yolladığım, kafamın rahatladığı ve önümde 9 günlük bir tatilin olduğu gün. Mart ayından beri bilgisayar başına oturduğum her akşam o word dosyasını açıp ya boş boş bakıyor, ya bir iki paragraf çeviriyordum. Hiçbir şey çevirmeyip internette öylesine takıldığımda vicdan azabı duyuyordum elbette. Buna babamın ve arkadaşlarımın iteklemeleri, "hadi artık bitmedi mi"leri de eklenince, iyice zor oluyordu. Sonra bir hafta boyunca öyle bir gaza geldim ki, günde 10 sayfa çevirdim. Ama teslim tarihi 20 gün falan ertelenince "daha çok zaman var yaa" diye ağzımı yaya yaya konuşmuş, popomu yaya yaya oturmuştum. Ve tahmin edebileceğiniz gibi çeviri bugüne kadar sarktı. O kadar uzattım ki, babam beni artık dövecekti.

Neyse ki bugün laptop başında oturduğum, gözlerimin zombi gibi olduğu gecelerin, vicdan azabının son günü. Yarın sabah saat 11'de bir uçağın içinde olacağım bir aksilik olmazsa. 9 gün boyunca gezip tozmayı ve hiçbir sorumluluk almamayı düşünüyorum. Size şimdiden iyi bayramlar. Dönünce her şeyi yazarım.


Bu arada çeviri yaparken desteklerini esirgemeyen canıms Pın(yurtta her akşam yaptığı motive edici konuşmalar için) ve Mert'e(birkaç sayfa bile çevirdi) teşekkür ederim. Ne yapalım bu yazı da kısa olsun, şu an yazdıklarımı da tam olarak toparlayamıyorum zaten.

Hepinize iyi tatiller, jules amerigaya kaçar.

23 Ağustos 2011 Salı

Mutfakta Görk

Sizin anneniz nasıldır bilmiyorum ama benim annem bana bazen çocuk muamelesi yapmayı sever. Terliksiz dolaşmama, zayıflığıma, göğsü bağrı açık giyinmeme takar. Yaz akşamlarında üstüne hırka al diye tutturur.

Geçen gün bir arkadaşımla dışarı çıktım. Eve geldiğimde annemle aramda geçen diyaloğu size aktarayım:

- Sen sabah çıkmadan kahvaltı ettin mi bakiyim?
+ Evet anne.


Olması gereken cevap. Hayır deseydim gözlerimin altının morluğundan gece geç yatmama uzanan bir zayıflık sempozyumuna konuk olacaktım. Bu soruyu başarıyla yanıtladım, ama atlatmam gereken bir soru daha var.

- O zamandan beri aç mı duruyorsun yoksa?
+ Hayır anne yemek yedim.

Annemin bir atağını daha başarıyla savuşturdum. Bu durumda her şeyi doğru yapmış olmam nedeniyle annem sağ ben selamet hayatımıza devam etmemiz gerekir değil mi? Ama annem bir şey bulup çıkartıyor ve:

- Nee arkadaşın oruçluyken karşısında yemek mi yedin?
diyerek ters köşeden vuruyor. O altın kemeri beline takarken, ben nakavt oluyorum.



Geçen gün iftara gelecek misafirler için yemek konusunda yardım etmeye mutfağa girdim. Hem o gün kendimiz için, hem de ertesi gün misafirler için yemek yaptık. İlk önce "Level 1: Domates Çorbası" challange'ını geçmem gerekiyordu. Bu level kolaydı; hani oyunlara ilk başlayınca sizi oklarla yönlendiren bir tutorial olur ya, adeta onun gibi. Annem malzemeleri koyuyor, ben ise sadece karıştırıyordum. Pişme zamanını anlayıp ocağın altını "yeşil bölge"de (internette aşçılık oyunu oynamış olanlar bunları bilir) kapatınca 2. level'a geçmeye hak kazandım.

"Level 2 : Tavuk yemeği" bölümünü geçmek de hiç zor olmadı. Çünkü annem Options'tan zorluk derecesini Easy yaptı. Soğanları robottan geçirip tavukları çevirdim, o kadar. Tabi akşam önümüze geldiğinde garnitürlü, körili güzel bir yemeğe dönmüştü (thanks to annem)




Sırada "Level 3: Paçanga Böreği" vardı. Zor değil ama uzun süren bir level'dı bu. Tek zorluğu ise bölüm sonu canavarı Pastırma idi. Pastırmanın nesi canavar diyenleriniz olabilir, haklısınız. Şöyle ki, pastırmayı sevmem. Sadece bu böreğin içinde yerim. Hele ki çiğ halinin kokusunu duyunca kaçmak isterim. Ancak böreği sararken mecburen pastırmayla, çemeniyle bir bütün olmanız gerekiyor. Sonra da elinizden tüm gün kokusu geçmiyor.

Bu arada sizeböreğin tarifini de vereyim. Bizim yaptığımızdan 30-35 börek falan çıktı, siz malzeme miktarını istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz.

Malzemeler:
  • 4 yufka
  • 5-6 çarliston biber (jülyen doğrayın)
  • 1 domates (ikiye bölüp ince ince dilimleyin)
  • Kaşar Peynir (ince dikdörtgenler kesin)
  • Pastırma
Yufkaları 8-9 dilime bölüyorsunuz. Sonra da her üçgenin içine malzemelerden birer tane koyarak sarıyorsunuz. Misafir gelmeden önce de yağda kızartıyorsunuz (yine anneciğim sağolsun). Lezzetli de oluyor. Ramazan'ın sonuna geldik ama, iftar sofralarınızda bunu deneyebilirsiniz sevgili hanımlar. Yalnız bu yeminli tarif haberiniz olsun öyle sağda solda anlatmayın. (Böyle de bir şey varmış gerçekten, kadınlar çılgın anacım birbirinden tarif saklıyor)

Neyse sabırla tüm börekleri sardıktan sonra bu bölümü de başarıyla tamamlıyor ve içeride iPad'de garsonculuk falan oynamaya gidiyorum. Annem ise mutfağı topluyor, pilavı, tatlıyı yapıyor. Esas zorluklar ona kalıyor yani. Ertesi gün de bu soframızla puanları topluyoruz ve bir iftarı daha başarıyla atlatmış oluyoruz.




PS: Başlığı Nazmiye Teyzemin Mutfakta Naz blogundan esinlendim. Kendisi Kayseri mutfağının vazgeçilmez ismi, benim tarif diye yutturduğum şeylerin on katını yapıyor ve blogunda sergiliyor.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Eski Fotoğraflar

21 Ağustos 2011
Son zamanlarda mahalle aralarındaki küçük fotoğraf stüdyoları vesikalık çekmekten başka ne iş yapar diye düşünür oldum. Hayır gerçekten, çünkü gelirlerinin büyük bir kısmını oluşturan "tab ettirme" olgusu modern çağın sözlüğünden silineli çok oldu. Artık tab bizim için yalnızca klavyede bir tuştan ibaret. Stüdyolar da ne yapsın, tişörtlere, yastıklara sevgili resimleri basarak para kazanmaya uğraşıyor. Artık hepimizin iyi kötü bir kameralı cep telefonu, küçük bir dijital makinesi, hatta günden güne artan ve kimilerinin sadece "facebook profil picture'ını güzel çekmek için" aldığı ve ışık, kompozisyon ayarlamadan, makinenin hiçbir özelliğine dokunmadan (siyah beyaz ve sepya çekim hariç) yardırdığı profesyonel fotoğraf makineleri olduğu için filmli makineler yok denecek kadar azaldı. Sadece fotoğraf meraklıları özel makineleriyle bazı çekimler yapmak için kullanıyor filmleri.



Kodak da artık bu işten kendilerine bir hayır gelmeyeceğini anlayınca, yavaş yavaş eski tip fotoğraf makineleri için olan üretimlerini durduruyor. 2009 yılında Kodachrome filmlerinin basımına son vermiş. Hatta üretilen en son makarayı da yine Kodachrome ile çekilen meşhur Afgan kızı fotoğrafıyla ünlü olan Steve McCurry'ye ayırmış, o da bu filmle çektiği fotoğraflardan bir sergi açmış. Sergi şu an İstanbul Modern'de ve 4 Eylül'e dek orada kalacak.

Ancak bu yazıyı yazmamın esas sebebi o fotoğraf sergisi değil. Zaten bu yazıyı okuyanların da çoğu o sergiye gitmeyecek, biliyorum. Benim esas söyleyeceğim geçenlerde bir arkadaşımın-ayça- paylaştığı Dear Photograph sitesi.

Bu sitede eski fotoğraflarının çekildiği yerleri ziyaret ederek o fotoğrafı tekrar kadrajın içine sokup resmini çeken insanların paylaştıkları var. Biliyorum, cümle çok karışık, bırakayım da fotoğraf anlatsın:


İnsanlar bunları paylaşıp altına da fotoğrafa hitaben; Sevgili fotoğraf, nerede o eski süper güçlerim? gibisinden cümleler yazıyorlar. Eşini kaybeden bir amcanın çektiği fotoğrafın altına yazdığı "Dear Photograph, thanks for everything we had." cümlesi bana çok dokundu mesela.


Bu fotoğraflar görüntü olarak ilginç olmanın yanı sıra, altındaki yorumlarla birlikte okurken insana farklı şeyler hissettiriyor. Bir daha asla o fotoğraftaki gibi olamayacağını bilmek, o an orada olan insanların belki artık yanınızda olmaması, eskiden belki her yazınızı geçirdiğiniz anneannenizin yazlığına artık çok az gidiyor olduğunuzun düşüncesi insanı hüzünlendiriyor. Zaman geçiyor, mekanlar aynı kalsa bile biz değişiyoruz. Hatta o güzel Afgan kızı bile:


Çok güzel fikirlerin ve anıların olduğu bu siteye http://dearphotograph.com linkinden ulaşabilirsiniz. Kim bilir, belki siz de böyle bir şey yapmayı deneyebilirsiniz. Ve bu fotoğraflara bakınca, sahip olduklarınızın aslında ne kadar değerli olduğunun farkına varabilirsiniz.

9 Ağustos 2011 Salı

Yokuşlar ve Ben: Bir Direksiyon Dersi

Vatan Caddesi'nden Millet Caddesi'ne çıkan yokuştayım. Ayağım o kadar uzun süredir debriyajda ki, bacaklarım yorgunluktan tir tir titriyor. Kendimi kontrol altına almalıyım, yoksa yanımdaki kadın beni yiyecek. Direksiyon hocamdan bahsediyorum. Tam bir ilkokul öğretmeni kendisi, sevecen görünen ama tersi pis olan cinsten. Ah, işte yeşil yandı. Arabalar hareket etmeye başlıyor. Tabi ki arkamızda kornalarını sesli lamba uyarısı gibi kullanan şoförler anında başlıyorlar senfoniye. Elimi el frenine atıyorum, sağ ayağımı yavaşça gaza değdirirken solu hafifçe debriyajdan kaldırıyorum, arabanın burnu yükseliyor, işte o an debriyajı tutup kalkmam gerekiyor, el frenini indiriyorum ve pufs! Araba sönüyor.

Araba stop etti. Sol ayağımı lanet kavrama noktasında tutacağıma hareket ettirmişim. Ne yapayım yahu ben Lars Ulrich* miyim, iki ayağımı birbirinden bağımsız hareket ettirmeyi daha yeni öğreniyorum. Yanımdaki hoca ise hemen otoriter ses tonuyla "Çalıştır çalıştır" diyor. Arkadaki korna seslerinin kaç tane olduğunu sayamıyorum bile. Elim ayağım birbirine dolanıyor, yandaki de yatıştıracağına daha da beter yapıyor. El freninde elini elimin üstüne koyuyor, "hadi şimdi" demesiyle benim sol ayak yine fazla kalkıyor, ikinci stop. Arkamızdaki arabalar çıldırmış vaziyette, inip dövecekler beni. Onlar dövmese hoca dövecek. Yüksek sesle bir şeyler diyor ama ben duyamıyorum. Anaokulundaki o pısırık, sesi zor duyulan halime dönmüşüm. Elimden, hatta ayağımdan hiçbir şey gelmiyor. Kendi arabamda olduğumuz için hocanın da ayağında pedal yok. Neyse ki 3.denemede başarıyorum. Daha 1 metre gitmişken, tekrar duruyoruz. Tekrar el frenini çekiyorum ve filmi başa alıyorum.




Aslında her şey çok güzel başlamıştı. ÖSS'ye girdiğim yaz, yani iki sene önce ehliyetimi aldım. Araba kullanmaya çok hevesliydim. Babam bana birkaç kez araba kullandırtmayı denedi. Ancak o, öğretmen olacak son insanlardan biri zira diyelim ki boş bir yokuşta - trafiğin çok az olduğu yerlerde kullanıyordum - arabayı stop ettirdim. "Tamam tekrar çalıştır, kalk" diyor. Deniyorum, olmuyor. Bir daha, yok yine olmuyor. Babam sinirlenmeye başlıyor. Ama bana direkt olarak kızmak yerine sesini yükselterek "E hadi bakalım şimdi Nişantaşı'nda kalabalık trafiktesin, ne yapıcaksın düşün bul!" diyerek beni psikolojik olarak mağdur ediyor. Böylece hiçbir şey yapamıyorum ve sonunda maceram şoförün yanındaki koltukta son buluyor. Böylece benim über mallıklarım ve onun short temper'ı (hmm siz ne diyor, he asabilik :) sayesinde kısa sürede ikimiz de bu işten bezdik.

İki sene sonra benim araba aşkımın tekrar nüksetmesiyle internetten direksiyon ders veren hoca aramaya başladım. Aşağı yukarı hepsinin fiyatının aynı olduğunu görünce, en çok referansı olan hocayı aradım. Bir dersin iki saat sürdüğünü, saat ücretinin ne kadar olduğunu, kapıdan alıp kapıya bıraktığını söyledi. Eh iyi dedim, iki gün sonra dersi alayım. Kadın iki gün sonra geldi. Arabası Toyota Yaris, yani annemin Corolla'ya (aha benim dediğim arabanın foyası açığa çıktı) az çok benziyordur diye sevindim. Tabi arabada onun oturduğu yerde de pedallar var.

Şoför koltuğuna oturdum, düz yol mis gibi, arabayı yürütmeye başladım. Güzelce 2'ye alıyorum tümseklerde yavaşlıyorum falan, hoca "Ohoo sen aldın gidiyorsun zaten ben sana ne öğreteyim" diyerek beni mutlu etti. "Eh madem bu kadar iyisin, hadi okuluna gidelim" dedi. Ben güzel güzel gittim, tam TEM'e sapacaktım ki "Yook öyle rahat rahat basıp gidemezsin, E-5'ten gideceğiz." dedi. Ben o sırada etimi ve kemiğimi hocaya teslim etmiş bulunduğum için, ne derse yapacağım. E-5'ten güzelce Çapa'ya kadar gidip geldim. Dur kalk sırasında araba stop etmedi bile. Hoca 3.derste benim arabayla çıkacağımızı söylediğinde havalara uçtum.

2. dersi de ondan birkaç gün sonra, yine hocanın arabasıyla aldım. Bu sefer park ve manevraları, el freniyle kalkmayı gösterdi. Hocanın yol kenarına park etmiş iki arabanın arasına girmek için bir tekerlemesi var. Size şemayla anlatayım:



1) 45°'de böl kendini (önünde kalacak arabayı 45° açı yapmak)
2) Topla direksiyonu vur kendini (tekerleği hafifçe kaldırıma değdirmekten bahsediyor)
3) Bir insan adımı sağa ileri (direksiyonu tam sağ yapıp azıcık ileri)
4) Sonra tam sol geri (direksiyonu tam sol yapıp yerinize yerleşiyorsunuz)

Bu dizelere harfiyen uyduğunuzda gerçekten de kaldırımın yanına sıfır park ediyorsunuz. Park alıştırmalarından sonra Avcılar-Esenyurt'un içinde gezdik. Tabi oraların trafiği Bahçeşehir'e nazaran vahşi orman standartlarında olduğu için biraz bocaladım. Neyse ki o da sorunsuz bitti. Hoca normalde 5.derste öğrencinin arabasına geçtiğini, ama benim iyi kullandığımı o yüzden bir sonraki derste bizim arabaya geçebileceğimizi söyledi. Tabi bende bir havalar, bir artistlikler peydah oldu. Sanırsınız Şoför Nebahat'im.

Sıra bugünkü 3.derse geldi. Bu dersi o kadar hevesle bekliyordum ki, gece yatmadan önce kendimi direksiyonda hayal ediyorum, kendi kendime trafik senaryoları uyduruyor ve başarıyla atlatıyorum. Her neyse, sabah oldu, kalktım. Kahvaltı edip hazırlandıktan sonra hocayı beklemeye başladım. Hoca geldiğinde büyük bir seviçle arabanın anahtarını asılı olduğu yerden aldım ve aşağı indim.

Bizim evin önü çoğunlukla yokuş olduğu için genelde oralara park ediyor annem. Neyse ki bu sefer düz bir yere park etmişti. Arabayı kolayca çıkardım, Bahçeşehir'in içinde gayet güzel gittim. Hoca "e hadi senin şu Çapa'ya gidelim" deyince direksiyonu bu sefer TEM'e kırdım. Araba bizim olunca, OGS parasını da dert etmeyecek olan hoca hay hay dedi. (İlk derste parayı direkt eline vermek ayıp olur diye el freninin yanına koymuştum, hoca da "aman bakayım da fazla vermiş olma" diyerek tam para verip vermediğini kontrol ettiğinden beri böyle düşünüyorum)

TEM'de neredeyse sorunsuz bir yolculuk geçirdik. Dönüşü E-5'ten yapalım dedi hoca. Vatan'dan Millet'e doğru çıkan yokuşa işte bu yüzden gittim. Ah o yokuş yok mu. Allah onu bildiği gibi yapsın. Asfaltları pul pul dökülsün, kaldırım taşları erisin inşallah. Arabanın balataları mahvoldu kesin. Hey allahım. Neyse. O yokuştan kurtulup Bahçeşehir'e döndük. Hoca yine bir yokuşta kenara çektirdi. Hadi kalk dedi. E kalktım hiç sorun olmadan. Hadi bir daha, e ulan bunda da kalktım. Hatta el frenini çekme debriyajla kalk dedi, ilk denemede kalktım. Pes. Vallahi pes. Deminki eblekle şimdiki Miss Schumacher aynı insan mı? Trafik magandalarının kornası olmadan, kendi habitatımda, tanıdık binaların arasında çok daha iyi kullanıyorum arabayı.

Artık son düzlüğe giriyoruz, eve dönüş yoluna geçiyorum. Yol kenarında bir park alıştırması yapayım istiyorum. Yalnız bizim arabada park sensörü var. Bir de ben geri geri giderken olması gerekenden daha hızlı hareket ediyorum. Ben tekerlemenin 2. dizesini (vur kendini) gerçekleştireyim derken park sensörü dııt dııt ötmeye başlıyor. O öttükçe hoca da ötmeye başlıyor. "Ayy! Durr! Napıyorsun? Yavaş! Ay dur ben korktum senden!" Öyle bağırıyor ki. Hay başlicam ya. Ben görüyorum, daha 30 cm var diye yazıyor. Bu duruma ne hoca ne ben daha fazla dayanamayıp vazgeçiyoruz. Böyle bir sinir harbinden sonra evin önüne gelip park ediyorum ve bir ders daha sona eriyor. Ama benim de sinirlerim alt üst olmuş durumda. "Arabamı" kilitleyip eve çıkıyorum ve bilgisayarın kapağını kaldırıp bu blogu yazmaya koyuluyorum.

* Metallica'nın davulcusu

5 Ağustos 2011 Cuma

Oje Çılgınlığı


Merhaba! Bugünlerde beni bir oje merakı aldı ki sormayın gitsin. Eskiden sahip olduğum yaklaşık 10 tane ojenin hepsi koyu lacivert, siyah, koyu bordo, füme gibi renklerde olduğu için, ne renk sürdüğüm pek anlaşılmıyordu. Bir tek küçükken sahip olduğum mor lazımlıkla başlayıp bugüne dek gelen mor renk sevgim sayesinde sahip olduğum bir iki ton mor renk ile farklılık yakalardım.

Yazın başından itibaren oje bloglarını takip etmeye başlamamla, her dışarı çıktığımda bir iki tane oje alır oldum. Orada gördüğüm fikirler ve yaşım büyüdükçe geride kalan "rock müzik dinlediğimi koyu renk giyerek belli etmeliyim" kafası ile yeni renkler, farklı şeyler denemeye başladım. Bugün sizlerle bu ojeleri ve nasıl yaptığımı anlatacağım. (Beyler kusura bakmayın, bugüne dek hep genele hitap eden şeyler yazdım ama bu yazıyı yazmayı çok istedim).



Öncelikle size gözümün nuru, biricik penguenlerimle ilgili manikürümü göstereceğim. Bunu yabancı bir kızın oje blogunda görmüştüm. Kız her tırnağına farklı renkte penguenler yapmıştı ama ben penguenlerin siyah postuna ihanet edemezdim. Önce Claire's'ten aldığım mat siyah ojeleri sürdüm. Sonra french'te kullanılan rakı beyazı ojeyle penguenin gövdesini yaptım. Toplu iğne ucu (ben ataş kullandım) ile siyah iki göz, turuncu ojeyle gaga ve ayakları yaptım. Hatta farklı bir renkle papyon da yapabilirsiniz. Ojelerin mat olması bence çok değişik ve güzel görünüyor. Dokusu da çok farklı ve parlak ojelere nazaran daha dayanıklı.




İkinci olarak geçen hafta sürdüğüm ojeleri göstereyim. Aslında bu yeşil ojeyi alırken böyle sedefli, acayip parlak bir şey olacağını düşünmemiştim. Ancak öyleymiş. Üstümdeki tişört de yeşilli morlu olunca, Zeynep (kardeşim) bu ojeleri böyle sürmemi önerdi. Biraz tereddütle de olsa, küçük bi çılgınlık yapıp sürdüm. Irish coffee'nin üstündeki bu kivi granülleriyle de güzel bi ikili oldular. Bu ojeleri kimi çok beğendi, kimi hiç beğenmedi. Bence en azından çarpıcı bir görüntü oluşturdu ve birkaç gün böyle dolaşmak hoşuma gitti.




Üçüncü ve son manikürüm ise "Newspaper nails" dediklerinden. Yani gazete tırnaklar. Gerçi benimki biraz "Kitap tırnak" oldu. Tırnaklarımın üzerine çevirdiğim kitabın satırlarını bastım. Hem anlamlı, hem güzel görünümlü tırnaklarım bence bu üçü arasından en ilginç olanı. Bunu da bir blogda gördüm ve çok hoşuma gitti. Görenler 'bunlar yapışkan mı, nereden aldın' diyor ancak bunlar bildiğiniz kağıt üzerine basılmış harfler. Nasıl yapılacağına geçecek olursak:

1. Önce tırnaklarımıza koruyucu bir base coat sürüyoruz. Ben şimdiye kadar şeffaf oje sürüyordum ancak sürekli oje sürmeye başlayınca tırnaklarım kurudu. Bunun üzerine ben de Golden Rose'un nemlendirici ve koruyucu bir ürününü aldım, onu sürüyorum. Tabi bu aşamayı atlayabilirsiniz de.

2. Gazete, ya da kitap sayfalarının renginde bir oje sürüyoruz. Bu ister açık gri olabilir, ister krem rengi, ister bej, size kalmış. Sürdükten sonra iyice kurumasını bekliyoruz. Ben Flormar'ın kurutucu spreyini aldım, hemen kurutuyor ve parlatıyor.




3. Şimdi sıra, tırnaklarımızın üzerine ne basacağımıza geldi. Tırnakların adı dediğim gibi gazete, internette herkes gazeteden kestiği parçaları kullanıyor. Ancak ben gazeteyle denedim, olmadı. Bunun sebebi sanırım evde vodka olmaması, onun yerine bulduğum kolonyayı kullanmaya kalkmamdı. Merak etmeyin sevgili mümin kardeşlerim, Ramazan ruhuna uygun olarak bu işi halletmenin bir yolu var!! Kolonya işe yaramayınca, youtube'a girip konuyla ilgili videoları izlemeye başladım. Bir kız su kullanmıştı, neden olmasın dedim ve denedim, sonuç mükemmeldi.




Önce çevirdiğim kitabı bastığım kağıtlardan on tane tırnaklarıma uygun boyutta parça kestim. Sonra, bu kağıtlardan bir tanesini aldım, bir iki saniye su dolu kabın içinde bekletip çıkardıktan sonra tırnağıma bastırdım. (Her noktasını iyice tırnağınıza yapıştırdığınızdan emin olun, yoksa harfler eksik çıkıyor.) Yavaşça kağıdı kaldırdım, kağıtta basılı olan harfler tırnağımın üzerine geçmişti.

4. On parmağınızı da yaptıktan sonra -ilk seferinde eksiksiz yazılar çıkarmak çok zor, silip tekrar yapmanız gerekebilir- üzerlerine çıkmaması için cila sürüyorsunuz ve bu tırnaklara kavuşuyorsunuz.




Görenler ya çok çok beğendi, ya da hiç mi hiç beğenmedi. Ama risk almadan güzelliğe ulaşmak zor kızlar, ne yapalım. Umarım beğenirsiniz, uygularsınız bu fikirleri. Zira annem ve teyzem hiçbirini beğenmedi. Yalnız bu ojeler beni bırakana kadar ben onları bırakmam, çünkü uğraştırdılar baya.

Kendinize iyi bakın, öyle girip kaçmayın, yorum bırakın olur mu? Görüşürüz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...