31 Mayıs 2012 Perşembe

Kiralık Rahimler


Diş fırçalama ile ilgili demonstrasyonumu bitiriyorum. “Sorusu olan var mı?” diye soruyorum. Kızlardan “Benim dişimde siyah bir tane leke vardı, sonra diğerlerine de bulaştı” “Benim bu dişim ağrıyor o yüzden o tarafı hiç fırçalamıyorum” gibi yakınmalar yağıyor. İlk başta çekingen yaklaşan grubumdaki on-on beş kızım biraz sonra bana “Abla” demeye başlıyor. Hepsinin sorularını tek tek cevaplıyorum, bazılarına ayak üstü gözle ağız muayenesi yapıyorum. İsteyenlerin “Müdür Baba”larına söyleyerek bizim fakültemize gelebileceğini, burada onları tedavi edeceğimize dair söz veriyorum. Gitme vakti geldiğinde hep birlikte kapıya doğru yürüyoruz. O sırada bir el koluma dokunuyor. Dönüyorum, küçük bir kız “Abla, ben de senin gibi diş doktoru olmak istiyorum. Hangi derslerimin iyi olması gerekiyor?” diyor.


Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul Diş Hekimleri Odası Öğrenci Kolu’ndan 10 kişi bir Kız Yetiştirme Yurdu’na gittik. Orada 12-18 yaş arası kızlar kalıyordu. Pazar sabahı saat 11’de sıcak yatağımdan kalkıp oraya gitmek zor gelse de, şimdi baktığımda iyi ki gitmişim diyorum. Yurda en erken giden ben olduğumdan oradaki görevliyle biraz sohbet etme imkanı buldum. Ben de çoğu kişi gibi orada kalan kızların anne babasının hayatta olmadığını düşünüyordum. Ancak öğrendim ki, o kızların çoğunun anne babası hayatta. Ve en iyi ihtimalle maddi yetersizliklerden dolayı onlara bakamamış. Daha kötüsü, onları istememiş. Hiç sevmemiş. İlgilenmemiş. Bunlar, gazete haberlerinde okuyunca paralel evrende gerçekleşiyormuşçasına üzerinde hiç durmadığımız konular. Geçinemeyen anne babanın çocukları devlet korumasına alındığında “İyi oldu çocuklar kurtuldu” diyoruz. Ancak oraya gidip görmeyenler için bu konuda yorum yapmak, emekli hemşire total hastasının dişlerin durması gereken konum hakkında bir sınıf arkadaşımla saatlerce tartışması gibi bir şey. Bilmeden, görmeden, uzaktan atıp tutmak.

Diğer arkadaşlarım da geldiğinde, hediye olarak getirdiğimiz fırça ve macunları, diş fırçalamayı anlatacağımız model çeneleri alarak salona geçtik. Kızlar “Anne”leriyle birlikte bize galoş veriyor, “DİŞÇİLER GELDİİİ” diye diğer kızları uyandırıyorlardı. Hepsi salona geçip oturduğunda tek tek yüzlerine baktım. Buraya ne gibi sebeplerle gelmiş olabileceklerini düşündüm. Düşündüklerimden korktum ve önümdeki çenelere odaklandım.

Esma -gerçek adı bu değil- yanıma gelip o soruyu sorduğunda bir an duraksadım. Çok güzel bir kızdı. Minyon, uzun kirpikli, küçücük bir kız. 14 yaşında. Saçma bir şekilde “Bu kız neden burada?” diye düşündüm. Sanki diğer kızlar orada bulunmayı hak ediyormuşçasına. Ona yeni üniversiteye giriş sistemini anlattım. Biyoloji, Matematik gibi derslerinin iyi olması gerektiğini söyledim. Aslında fark ediyordum, o soru öylesine sorulmuştu. Sanırım benimle bir şekilde konuşmak için aklına ilk gelen şeyi sormuştu. Esas istediği başka bir şeydi, bunu gözlerindeki bakıştan anlayabiliyordum. Esma benimle iletişime geçmek istiyordu. Hayatındaki eksiklikleri, anne, abla boşluğunu daha yarım saat önce tanıdığı bir yabancıyla bir nebze olsun doldurabileceğini mi düşünmüştü? Bunları düşünerek ona mail adresimi vermeyi, bana mail atabileceğini ve bu şekilde konuşabileceğimizi söyledim. “Benim MSN’im, Facebook’um yok ki abla” dedi. Ne yapacağımı düşünerek sessizce yürümeye devam ettim.

Dışarıya çıktığımızda bir fotoğraf çekilme seansı başladı. Önceden konuşup fotoğraf çektirmemeye karar vermiş olsak da, kızların yoğun isteğiyle karşılaştık. Toplu fotoğrafları getirdiğimiz profesyonel fotoğraf makinesiyle çektik. Esma sessizce bir köşede duruyordu, bakışlarını üzerimde hissediyordum. Benimle konuşmak ister gibi bir hali vardı, aslında ben de onunla konuşmayı çok istiyordum. Buraya neden geldiğini sormak, burada mutlu olup olmadığını öğrenmek.. Ancak bunun yerine havadan sudan sorular sorup şakalar yapıyor, onu güldürmeye çalışıyordum. Git gide zamanımız azalıyordu. Madem fotoğraf çektiriyoruz, bari ben de çekeyim diye düşünerek cep telefonumu çıkardım. Esma’ya “Fotoğraf çektirelim mi?” dedim. Sevinçle yanıma geldi. Bir fotoğraf çektirdik. O an yanımıza Meryem geldi. “Abla, benimle de çektirebilir misin?” dedi. Bu ilgi karşısında hem sevinmiş, hem de şaşırmıştım. “Elbette” diyerek çevredeki tüm kızlarla birkaç fotoğraf daha çektirdim. Diğer arkadaşlarım çoktan uzaklaşmış, bir köşede beni bekliyorlardı. Gitme vaktinin geldiğini anladım ve “Kızlar, ben gidiyorum” dedim. “Abla lütfen yine gel” “Abla bizi unutma” diyen sesler yükseldi. Esma ve diğer kız “Abla bizim adımızı yaz, sonra bulamazsın” dedi. Hemen bir kenara yazdım. Onlara cep telefonu numaramı verdim. Onlar da bana bir çiçek verdiler, “Bu çiçeği sakın atma” diyerek. Ben de onlara akşam dişlerini fırçalarken beni hatırlamalarını söyledim. Sonbaharda tekrar geleceğimize dair söz verdiğimde “Ben o zamana kadar belki giderim, belli olmaz ki hiç” dedi Meryem. O an anladım ki bu kızlar oradan oraya sürüklenen, bağlanacakları hiçbir yer veya kişi olmayan kişilerdi. Devletin bilgisayarları onları nereye yerleştirirse oraya gidiyor ve orayı evi gibi benimsemeleri bekleniyordu. Hayatta tutunacak hiçbir dalları, önlerinde hiçbir amaçları, umutla beklenilen bir gelecek yoktu. Çoğunun da olmayacaktı.

Bu olaylardan çok etkilenmiştim. İlk iş yurt müdürünün yanına giderek Esma’nın gönüllü ablası olup olamayacağımı sordum. Söyledikleri hiç iç açıcı değildi. Gönüllü olmak için birçok prosedür, işlem gerekiyordu. Ayrıca istediğimiz kızı seçmek gibi bir durum yoktu. Elbette oradaki her kız aynı durumdaydı ve hepsi için bir şeyler yapmak isterdim ama dedim ya, Esma ile aramda bir bağ oluştu. Müdür bey orada kalan kızların ailelerinde uyuşturucu, fuhuş, şiddet, cinsel istismarın bulunduğunu, kızların yaşamlarında büyük bir boşluk olduğunu ve bir çoğunun devlet güvencesine sırtını dayayarak hayatını bir okulda müstahdem olarak sürdürmekten başka hayali olmadığını söyledi. Babalarının, annelerinin yasa dışı işler yaptığı, çok kötü koşullardan gelen bu çocukların hayatlarında bir rol model, amaç eksikliği vardı ve bunu doldurmak için bir şeyler yapmak gerekiyordu.

O günden beri düşünüyorum. O kızların suçu neydi? Onları istemeyen anne babaları tarafından buraya gönderilmek için ne yaptılar? Müdürün söylediğine göre buraya geldiklerinde en ufak bir kişisel bakım bilgisinden bile yoksun olan çocuklar bunu hak ediyor muydu? 3 yaşından itibaren çilekli diş macunlarını küçük fırçalara özenle koyup küçük ellerinden tutarak diş fırçalamayı öğreten anne babaları olsaydı yine haftada 1 kez bile dişlerini fırçalamıyor olurlar mıydı?

Son günlerde kürtaj ile ilgili tartışmaları okuyorum. Tamamen gündem değiştirmek amaçlı olduğunu düşündüğüm bu tartışmaları dikkate bile almıyordum, zaten bizim bu şekilde tantana yapmamız için ortaya atılmış bir laf gibiydi. Ancak bugün Sağlık Bakanı ve TBMM İNSAN HAKLARI KOMİSYONU Başkanı’nın “Tecavüze uğrayanlar da doğursun, gerekirse devlet bakar” sözlerini okurken midemin bulandığını hissettim. Kadınların rahmi, devlet tarafından tapulanan bir arsa mıdır? Bu konuda kendisine söz hakkı verilmez ama ona bu şekilde kolaylık mı sağlanır? Kadının rahmi 9 aylığına kiralanır ve sonunda çocuk elinden alınınca her şeyin hallolduğu mu düşünülür?

Bu kadar iğrenç bir olayın kadın üzerinde yarattığı travmayı düşünmek bile felaket ama bir de şöyle sorayım; annesinin kendisinin yüzünü bile görmek istemediğini, babasının korkunç bir suçlu olduğunu bilen çocuk sizce nasıl bir hayata sahip olur? Dünyaya geldiği için şükür mü eder yoksa hafta sonları yurttan kaçıp tahmin edemeyeceğiniz işlere mi girer? Devlet yiyeceğini giyeceğini veriyor evet, inanın ki bir çok çocuktan daha iyi bakılıyorlar, kurslara gidiyorlar, tatile götürülüyorlar. Ancak hepsi sevgiye, ilgiye aç. 100 tane çocuğun “Anne” diye seslendiği görevli mi verecek bu sevgiyi? O mu her sabah “Günaydın kuzum” diyerek öpecek 100 tane çocuğu? Kızı hafta sonu eve geliyor diye kim onun sevdiği yemekleri yapacak? 21 yaşındaki beni hala bazen küçüklüğümde olduğu gibi sırtında gezdiren kişi “Devlet baba” mı olacak? Yapmayın gözünüzü seveyim, oralarda hayat hiç de sandığınız gibi değil. Çocuğun cebine para, sırtına kıyafet koyan devlet asla o çocukların hayatındaki boşluğu, amaçsızlığı gideremez.


Kürtajın tartışılabilirliğine ise hiç girmiyorum, zaten aklı başında her insan 4 haftalık bir sürenin bu işleme karar vermek için yeterli olmadığını bilecektir. Gelişmiş ülkelerdeki, hatta ulemaların bulunduğu ülkelerdeki 12 hafta sınırına bakarak böyle bir şeyin olmaması gerektiği apaçık ortada. Bu bir haktır ve kimse isteyerek yaptırmaz, bir şekilde bunu yapmak zorunda kalmıştır. Kürtaj yasağının caydırıcı bir önlem olmadığını da 1984 öncesinde bu işlemlerin gizli olarak yapıldığından haberi olan herkes tahmin edebilir. Sezaryenle doğumun tartışılmasını ise komik buldum, diş hekiminden aşırı korkan bir insanın elinden genel anestezi altında dişini çektirme hakkını almak gibi bir şey olurdu bu.

Dedim ya, bu olayda beni en çok etkileyen şey birbirinin fotokopisi sözler sarf eden devlet erkanının bu lafı. Bir kadının sahip olabileceği en büyük mutluluklardan birisi de çocuk doğurmaktır herhalde. Sevdiği insan ile kendisinin karışımı, bilgisini, sevgisini aktarabileceği, öpüp sevebileceği dünya tatlısı bir bebek için 9 ay boyunca sabırsızlıkla bekleyen bir kadının haberde bahsedilen olay başına gelmiş olsa durumunu düşünebiliyor musunuz? Bunun hayatında hiç kapanmayacak bir yara açacağını biliyor musunuz? Yurtlardaki çocukların mutlu olmadığının farkında mısınız? Değilseniz yazık olacak.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Görkem is Drinking Tea


Sıradan bir tatil günü. Bir tatil gününden beklentim olan “yatıp yuvarlanma” eylemini gerçekleştiriyorum. Elimde teknolojik oyuncaklarımla halimden çok memnunum. Kah oyun oynuyor, kah internette geziniyorum. O sırada içeriden gelen ses bu mutlu anıma sekte vurmayı başarıyor. “Kızım gel de bir yardım et be!”. Tatil günlerindeki en büyük tehlikemin sesi bu. Halk arasında “anne” deniyor. Sabahtan beri yemek yaptığı sesinin tonundan, cümlesinin sonundaki “be”den belli. Ben ise adeta yatağın manyetik çekim gücüne kapılmışım. İçeri sesleniyorum “Tamam anne yeaa, yaparız.”


Wall-eʼyi seyretmişsinizdir. Kısaca bir özet geçeyim, gelecek bir tarihte Dünya gezegeni çöplüğe dönüyor. Bir şirket “Robotlarımız dünyayı temizlerken siz de muhteşem bir gemi seyahatine çıkın”
vaadiyle dünya nüfusunu toplayıp uzay için yapılmış cruise gemilerine bindiriyor. Gemideki insanların hepsinin birer koltuğu, önlerinde de bir ekranları var. Her şeyi oturduğu o koltuktan yapıyor. Onunla bir yere gidiyor, yiyecek, içecek ne istiyorsa anında önüne geliyor. Herkes obez olmuş ve yürümeyi unutmuş. İşin kötüsü önlerinde duran içeceğe uzanamayacak kadar şişman olsalar da hallerinden memnunlar. Eğlenceli bir distopya da diyebiliriz.


 Özellikle tatil günlerinde, bu tabloya yaklaştığımızı daha çok hissediyorum. Alışveriş sitelerinden istediğimizi alabiliyorken, marketlerden online sipariş verebiliyorken, yemeklerimizi bile internetten söyleyebiliyorken bir
günümüzü tuvalet ve kapıya gelen sipariş elemanını karşılamak hariç oturarak geçirebiliriz. Eskiden, yani ilkokuldayken ödev defterimiz okulda unuttuğumuzda telefon rehberindeki– o zamanlar kanlı canlı, elle tutulur, harflere bölünmüş sayfalardan oluşan defterin adıydı bu – bir arkadaşımızı arar, ödevi sorardık. Şimdi ise Facebook gruplarından, SMS veya diğer yollardan soruyoruz. 5 dk. içinde cevap gelmezse birbirimizi dürtüyor, çaldırıp kapatıyor, titreşim atıyoruz.

Gün geçtikçe sayıları azalsa da Facebook açmayı reddeden “alo diyeyim yeter” telefonlarına sahip olan, twitter ve benzerlerini tüketim toplumunun dayatması olarak gören yaşıtlarımız da yok değil, ancak 3 yaşındaki kuzenimin elinden iPad alınınca verdiği tepkiye bakarak söylüyorum ki, yakın gelecekte bu arkadaşlar tarih olacak.



2 sene öncesine kadar Facebook açmaya direnen, “cool” olduğunu sanan ama öğrendiğime göre dışarıdan “kıl” görünen bir insandım. Her boş kaldığında bildirimlerini kontrol eden tiplerle dalga geçer, bunun saçmalığını anlatırdım. Sonra sahte bir hesap açtım ve okul gruplarına onunla üye oldum. Şimdi ise 500ʼe
yaklaşan arkadaş sayımla, 3G ile her an bağlanabildiğim kendi adımla bir hesaba sahibim. Teknoloji beni bir tek bu yönden vurmadı. Ben sınav zamanlarında iflah olmaz bir oyun delisi oluyorum. Bilgisayarın başına oturmaya vicdanım elvermediği için artık en yakınımda ne varsa, iPad, telefon, ona saldırıyorum. Yemin ederim direksiyon sallamaktan, ateş etmekten, kuş atmaktan elimde kolumda yazı yazacak derman kalmadı. Ben de çözümü şu şekilde buldum; tıpkı bir çocuk gibi iPadʼi anneme verip onu bilmediğim bir yere kaldırmasını söylüyorum. Telefonu ise kolayca ulaşamayacağım, resmen çocukların erişemeyeceği yerlere koyuyorum. Böylece hem kafam rahat oluyor, hem kolum.

Sosyal medyanın, internetin ve teknolojinin elbette ki harika yönleri de var. Hatta mükemmel icatlar. Ama kendini tuvalette “büyük” “küçük” diye etiketleme kapasitesine sahip insanlar ortaya çıktığından beri “biz ne
yapıyoruz” diye düşünmeye başladım. Geçenlerde ben de yerini değil de izlediğin, okuduğun şeylerde kendini etiketleyebildiğin bir uygulama indirdim. Haftalık izlediğim birçok dizi olduğundan ne zaman ne izliyorum diye görmek için. Sonra bir de baktım oynadığın oyunları da etiketleyebiliyorsun. Hatta düşündüklerini, yaptıklarını da. Gerisini hatırlamıyorum. Uyandığımda profilimde “Görkem is drinking TEA” yazıyordu. İnsan kendini çay içiyorum diye etiketler mi ya? Evet dostlarım, yapıyormuş. O girdabın içine girdikten sonra kişiliğiniz, eleştirdiğiniz şeylerin hiçbiri kalmıyormuş ve insan bu şekilde rezil oluyormuş. Neyse ki erken uyandım ve kendime geldim. 

Biz tabi ki hiçbir zaman şehir dışıyla konuşmak için santralden telefon bağlatan, haftada 1 gün verilen TV yayınını heyecanla bekleyen bir nesil olmadık. İlköğretim müfredatında olmasa mektup nasıl yazılır onu bile bilmeyecektik. Yine de evlerimize bilgisayar girmeden, çevirmeli bağlantının “dirülülü” sesiyle internete bağlanmadan, babamızın dandik Nokiaʼsında yılana yem toplatmadan önce biraz sokağa çıkma, saklambaç oynarken “çamlak çömlek patladı” şarkısı söyleme, yapraklardan yemek yapma, bebeklerimize bezlerden kıyafet dikme, katlı otoparkımıza araba yerleştirmeye fırsatımız oldu. Şimdi ise bilmemneoyun.comʼlarda istediğin bebeğe binlerce kıyafet giydirebilirken, Need for Speedʼin tam 20 oyunu varken niye bunlarla yorulalım ki? 

Sonuç olarak ben, biraz bu e-hayatʼtan çıkıp gerçek şeyler yapalım diyorum. İstiyorum ki evde bilgisayar
başında WoW oynamayı (o kendini biliyor) arkadaşlarımızla dışarı çıkmaya tercih etmeyelim. Dışarı çıksak da telefonla hemen fotoğraf çekip yüklemeyelim, nerede olduğumuzu 500 kişiye söylemek zorunda hissetmeyelim. 10 yıldır bir kez bile ne yaptığını merak etmediğimiz çocukluk arkadaşımıza “Çok güzel çıkmışsın cnm” yorumu yazmayalım. “Öff çok sıkılıyorum” yazmak yerine bir şeyler yapmaya çalışalım. İstiyorum ki küçük kuzenim pastayı dokunmatik ekranda değil, yüzü gözü una bulanarak, dokunarak yapmaya çalışsın. İstiyorum ki biz de –dikkat spoiler geliyor- filmin sonundaki gibi yeşeren bir filiz bulalım ve bağımlı olmadan, yettiği kadar kullanalım.

NOT: İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Öğrenci Kulüpleri Bülteni'nde çıkan yazımdır.

17 Mayıs 2012 Perşembe

2. Kitap Çevirim Basıldı!

Bir gün lisede, servisle eve dönerken babamdan gelen bir telefonla şaşırdım. Normalde babam beni gün içinde pek aramaz. "Alo" dedim "Kızım kitap çevirmek ister misin?" diye cevap verdi karşıdaki ses. Bir anda kafamda yüzlerce soru belirdi. Ancak en temeli olan "NE?" diyebildim sadece. 

Divxplanet ailesinden tanıştığımız, sevgili Neottoman abi o zamanlar Fide Yayıncılık'ta grafikerlik yapıyordu. Bana Çehov'un 16 hikayesinden oluşan bir kitabı yaz ortasına kadar çevirip çeviremeyeceğimi soruyormuş. Elbette büyük bir heyecanla "evet" dedim. Ancak kitap çevirmek öyle dizi, film çevirmek gibi değil. Uzun, yorucu, dikkat gerektiren bir olay. Ben de ilk kitabın tecrübesizliği ile düşe kalka Belalı Misafir'i bitirdim. Şu yazımda bahsetmiştim daha önce.



Bundan 2 sene sonra, İz Yayıncılık'ta editör olan Hamdi Abi'den 2.bir teklif geldi. Ellis Ashmead-Bartlett'ın Türklerin Rumeli'ye Vedası adlı kitabını çevirmemi istiyordu. Yaz tatilinin de yaklaşmasıyla teklife evet dedim ve uykusuz yaz gecelerim başladı. Gündüz geç saate kadar uyuyor, gece en az 4'e kadar çeviri yapıyordum. Ancak yine de zamanım azalınca yarısını çeviremeyeceğimi anladım. Böylece ilk 150 sayfasını benim, son 150 sayfasını da Büşra Yavuz'un çevirdiği bir kitap çıktı ortaya. Redaksiyonu harika, dipnotları bilgilendirici olan bu kitabın baskısı da gayet kaliteli (cümleyi bir daha okudum da, şu an reklamları bitiriyorum, bırakayım okuyucu karar versin). Kitap, 1910lu yılların başlangıcında yaşanan Balkan Harbi'nde savaşı gözlemlemeye gelen ve Türk ordusuna eşlik eden bir İngiliz gazetecinin anılarından oluşuyor. Kitap Türkler'in yaşadığı ağır yenilgiyi, sefaleti anlatıyor. Aynı zamanda o günlerde Türkler'in Avrupalılar'ın gözünde nasıl göründüğünün de bir örneği. Eğer bu konulara ilgiliyseniz ve nasıl çevirdiğimi de merak ediyorsanız, buyurun link: http://www.idefix.com/kitap/gorkem-sengun/urun_liste.asp?kid=186931

Biliyorum bir süredir yazmıyorum. Eskiden üşengeçlikten olurdu ama şimdi meşguliyetten, gerçekten. Görüşmediğimiz bu arada İstanbul Dişhekimleri Odası Öğrenci Kolu başkanı seçildim, Diş İşleri diye bir toplum ağız diş sağlığı projesi yaptım. Bu arada okulumuzda çıkan öğrenci kulüpleri bültenine bir yazı yazdım, hafta sonu onu bloga koymayı düşünüyorum. Artık en az haftada 1 yazacağım, söz. Yeter ya, aa.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...