21 Mayıs 2012 Pazartesi

Görkem is Drinking Tea


Sıradan bir tatil günü. Bir tatil gününden beklentim olan “yatıp yuvarlanma” eylemini gerçekleştiriyorum. Elimde teknolojik oyuncaklarımla halimden çok memnunum. Kah oyun oynuyor, kah internette geziniyorum. O sırada içeriden gelen ses bu mutlu anıma sekte vurmayı başarıyor. “Kızım gel de bir yardım et be!”. Tatil günlerindeki en büyük tehlikemin sesi bu. Halk arasında “anne” deniyor. Sabahtan beri yemek yaptığı sesinin tonundan, cümlesinin sonundaki “be”den belli. Ben ise adeta yatağın manyetik çekim gücüne kapılmışım. İçeri sesleniyorum “Tamam anne yeaa, yaparız.”


Wall-eʼyi seyretmişsinizdir. Kısaca bir özet geçeyim, gelecek bir tarihte Dünya gezegeni çöplüğe dönüyor. Bir şirket “Robotlarımız dünyayı temizlerken siz de muhteşem bir gemi seyahatine çıkın”
vaadiyle dünya nüfusunu toplayıp uzay için yapılmış cruise gemilerine bindiriyor. Gemideki insanların hepsinin birer koltuğu, önlerinde de bir ekranları var. Her şeyi oturduğu o koltuktan yapıyor. Onunla bir yere gidiyor, yiyecek, içecek ne istiyorsa anında önüne geliyor. Herkes obez olmuş ve yürümeyi unutmuş. İşin kötüsü önlerinde duran içeceğe uzanamayacak kadar şişman olsalar da hallerinden memnunlar. Eğlenceli bir distopya da diyebiliriz.


 Özellikle tatil günlerinde, bu tabloya yaklaştığımızı daha çok hissediyorum. Alışveriş sitelerinden istediğimizi alabiliyorken, marketlerden online sipariş verebiliyorken, yemeklerimizi bile internetten söyleyebiliyorken bir
günümüzü tuvalet ve kapıya gelen sipariş elemanını karşılamak hariç oturarak geçirebiliriz. Eskiden, yani ilkokuldayken ödev defterimiz okulda unuttuğumuzda telefon rehberindeki– o zamanlar kanlı canlı, elle tutulur, harflere bölünmüş sayfalardan oluşan defterin adıydı bu – bir arkadaşımızı arar, ödevi sorardık. Şimdi ise Facebook gruplarından, SMS veya diğer yollardan soruyoruz. 5 dk. içinde cevap gelmezse birbirimizi dürtüyor, çaldırıp kapatıyor, titreşim atıyoruz.

Gün geçtikçe sayıları azalsa da Facebook açmayı reddeden “alo diyeyim yeter” telefonlarına sahip olan, twitter ve benzerlerini tüketim toplumunun dayatması olarak gören yaşıtlarımız da yok değil, ancak 3 yaşındaki kuzenimin elinden iPad alınınca verdiği tepkiye bakarak söylüyorum ki, yakın gelecekte bu arkadaşlar tarih olacak.



2 sene öncesine kadar Facebook açmaya direnen, “cool” olduğunu sanan ama öğrendiğime göre dışarıdan “kıl” görünen bir insandım. Her boş kaldığında bildirimlerini kontrol eden tiplerle dalga geçer, bunun saçmalığını anlatırdım. Sonra sahte bir hesap açtım ve okul gruplarına onunla üye oldum. Şimdi ise 500ʼe
yaklaşan arkadaş sayımla, 3G ile her an bağlanabildiğim kendi adımla bir hesaba sahibim. Teknoloji beni bir tek bu yönden vurmadı. Ben sınav zamanlarında iflah olmaz bir oyun delisi oluyorum. Bilgisayarın başına oturmaya vicdanım elvermediği için artık en yakınımda ne varsa, iPad, telefon, ona saldırıyorum. Yemin ederim direksiyon sallamaktan, ateş etmekten, kuş atmaktan elimde kolumda yazı yazacak derman kalmadı. Ben de çözümü şu şekilde buldum; tıpkı bir çocuk gibi iPadʼi anneme verip onu bilmediğim bir yere kaldırmasını söylüyorum. Telefonu ise kolayca ulaşamayacağım, resmen çocukların erişemeyeceği yerlere koyuyorum. Böylece hem kafam rahat oluyor, hem kolum.

Sosyal medyanın, internetin ve teknolojinin elbette ki harika yönleri de var. Hatta mükemmel icatlar. Ama kendini tuvalette “büyük” “küçük” diye etiketleme kapasitesine sahip insanlar ortaya çıktığından beri “biz ne
yapıyoruz” diye düşünmeye başladım. Geçenlerde ben de yerini değil de izlediğin, okuduğun şeylerde kendini etiketleyebildiğin bir uygulama indirdim. Haftalık izlediğim birçok dizi olduğundan ne zaman ne izliyorum diye görmek için. Sonra bir de baktım oynadığın oyunları da etiketleyebiliyorsun. Hatta düşündüklerini, yaptıklarını da. Gerisini hatırlamıyorum. Uyandığımda profilimde “Görkem is drinking TEA” yazıyordu. İnsan kendini çay içiyorum diye etiketler mi ya? Evet dostlarım, yapıyormuş. O girdabın içine girdikten sonra kişiliğiniz, eleştirdiğiniz şeylerin hiçbiri kalmıyormuş ve insan bu şekilde rezil oluyormuş. Neyse ki erken uyandım ve kendime geldim. 

Biz tabi ki hiçbir zaman şehir dışıyla konuşmak için santralden telefon bağlatan, haftada 1 gün verilen TV yayınını heyecanla bekleyen bir nesil olmadık. İlköğretim müfredatında olmasa mektup nasıl yazılır onu bile bilmeyecektik. Yine de evlerimize bilgisayar girmeden, çevirmeli bağlantının “dirülülü” sesiyle internete bağlanmadan, babamızın dandik Nokiaʼsında yılana yem toplatmadan önce biraz sokağa çıkma, saklambaç oynarken “çamlak çömlek patladı” şarkısı söyleme, yapraklardan yemek yapma, bebeklerimize bezlerden kıyafet dikme, katlı otoparkımıza araba yerleştirmeye fırsatımız oldu. Şimdi ise bilmemneoyun.comʼlarda istediğin bebeğe binlerce kıyafet giydirebilirken, Need for Speedʼin tam 20 oyunu varken niye bunlarla yorulalım ki? 

Sonuç olarak ben, biraz bu e-hayatʼtan çıkıp gerçek şeyler yapalım diyorum. İstiyorum ki evde bilgisayar
başında WoW oynamayı (o kendini biliyor) arkadaşlarımızla dışarı çıkmaya tercih etmeyelim. Dışarı çıksak da telefonla hemen fotoğraf çekip yüklemeyelim, nerede olduğumuzu 500 kişiye söylemek zorunda hissetmeyelim. 10 yıldır bir kez bile ne yaptığını merak etmediğimiz çocukluk arkadaşımıza “Çok güzel çıkmışsın cnm” yorumu yazmayalım. “Öff çok sıkılıyorum” yazmak yerine bir şeyler yapmaya çalışalım. İstiyorum ki küçük kuzenim pastayı dokunmatik ekranda değil, yüzü gözü una bulanarak, dokunarak yapmaya çalışsın. İstiyorum ki biz de –dikkat spoiler geliyor- filmin sonundaki gibi yeşeren bir filiz bulalım ve bağımlı olmadan, yettiği kadar kullanalım.

NOT: İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Öğrenci Kulüpleri Bülteni'nde çıkan yazımdır.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

kafama dank diye inen bi yazı olmuş teşekkürler

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...