2 Ağustos 2012 Perşembe

Londra 2012 Açılış Töreni

Merhaba. Uzun zamandır görüşemedik. Nasıl tatiliniz, nerelere gittiniz? Beni sorarsanız ben iyiyim, tatilim çok çabuk geçiyor. Önce İzmir'e, sonra Altınoluk ve Bodrum'a gittim. Şu aralar İstanbul'dayım ve bundan çok mutluyum, çünkü olimpiyatlar var! Olimpiyatlar 4 senede bir yapıldığı için çok sık tadını çıkaramadığımız bir etkinlik. Üstelik bizim gibi yaşı sadece 5 olimpiyat görmeye yeten genç kuşağın doğru düzgün hatırladığı tek olimpiyat 2008 Pekin olduğu için izlediğim bu 2.olimpiyatta keyfime diyecek yok.


Öncelikle 2012 Olimpiyatları'nın İngiltere'de yapılıyor olması başlı başına bir izleme sebebi benim için. İki sene önce iki aylığına İngiltere'ye gittiğim için çok sevdiğim, her gün özlediğim bir yer (İngiltere yazılarım için buraya tıklayabilirsiniz.). Eh hal böyle olunca, birkaç gündür evde olduğum dakikalarda sürekli Eurosport ve TRT HD izliyorum. Bu konuyu bloguma taşıyayım sizlerle de paylaşayım istedim.

London 2012 sürekli olarak Beijing 2008 (bu isimler birer marka oldukları için bu şekilde anılıyorlar) ile karşılaştırılan ve genelde bu karşılaşmada yenilen taraf. Bu karşılaştırma ilk olarak açılış töreninde yapıldı elbette. Kimilerine göre İngiltere açılışı çok "sanatsal" iken, Çin'deki açılış bir görsel şölen olması itibariyle herkese hitap ediyordu.



                                                              Beijing 2008 Açılış Töreni


The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony


                                                             London 2012 Açılış Töreni

Benim seçimimi sorarsanız, ben hiç de objektif olmayan bir tutumla Londra'yı seçerim. Pekin'deki tören elbette çok güzeldi, hatta görsel olarak efsaneydi ancak izlerken kimi zaman sıkıldığım, çok uzun süren bir dans gösterisindeymişim gibi hissettiren bir açılıştı. Londra ise, hikayesiyle adeta bizi içine alan, tanıdık yüzlerle karşılaştıran, dekorları, kıyafetleri, her bir performansçının makyajı ve tavırları ile bizi orada yaşatan bir tören oldu. Özellikle ilk sahnesi beni Stratford-upon-Avon'da (Shakespeare'nin doğum yeri) geçirdiğim güne götürdü. J.K.Rowling ve Voldemortlu sahnelerde ise ekrana yapıştırdı. İngiliz müziğinin gelişimini anlatan sahneleri çok keyifliydi. Gösteride rol alanların pek çoğunun (15.000 kişi) gönüllü olduğunu bilmek izlerken daha çok heyecan duymamı sağladı.Bu gönüllüler iki elemeden geçerek seçilmişler ve haftanın 3-4 günü prova yapıyorlarmış.




London 2012: The Olympic Opening Ceremony



                                               London 2012: The Olympic Opening Ceremony

Sürekli değişen sahne dekoru, Sanayi Devrimi ile birlikte çıkan işçiler, yüzlerindeki kir, eskitilmiş kıyafetleri (böyle görünmesi için 4 ay boyunca giyilmiş) ve sert bakışları gösteriye ayrı bir gerçeklik kattı.

Yönetmen Danny Boyle ve senarist Frank Cotrell Boyce bize birkaç sürpriz de yapmışlar. İlki Rowland Atkinson'dı, ikincisi de program boyunca ilgisizliğiyle dalga konusu olan Kraliçe Elizabeth. Kraliçenin kısa filmde oynaması sempatimi kazanmış olsa da elbette kameralar ona döndüğünde biraz daha güler yüzlü, en azından gösteriyi izliyor gibi durmasını beklerdim. Ancak kadının 20 olimpiyat gördüğü düşünülürse, buna şaşırmamak gerek belki de :) Onlar dışında J.K.Rowling, David Beckham, Kenneth Branagh ve Paul McCartney'di. Eski Beatles üyesi Paul botokslu yüzüyle korkunç görünse de, gösteride rol almak için yalnızca 1 sterlin (kontratı imzalayabilmek için) alması şık olmuş.


The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony


                                        


Gösteri bittikten sonra Parade of Nations, yani sporcuların geçişi başladı. Dünya üzerinde ne kadar çok ülke varmış allahım. T'ye gelene kadar saatler geçti. Garip garip ülkeler çıktı, isim şehir oyununda bir türlü bulunamayan ülke isimlerini hatırlamak açısından iyi oldu. Ayrıca İngiltere'nin Commonwealth denen sömürgelerinin de ne kadar çok olduğunun farkına varmamızı sağladı. Bağımsız Olimpik Atletler ilgimizi çekti, hatta küçük gösterileriyle sempati topladılar. Bu atletlerin hikayeleri de şöyleymiş; alttaki resimde gördüğünüz 3 atlet Hollanda Antilleri'nden (2010'da dağılan bir Karayip Adaları topluluğu). Burada olmayan ancak Olimpiyat bayrağı altında yarışacak sporcu ise yeni kurulan Güney Sudanlı maraton koşucusu Guor Marial. 1992'de Sudan İç Savaşı'ndan kaçıp Amerika'ya yerleşmiş. Bakın neden Sudan adına yarışmadığıyla ilgili ne demiş:

"Eğer Sudan için koşsaydım, ülkemin insanlarına ihanet etmiş olacaktım.Özgürlüğümüz uğruna can veren iki milyon insanın kemiklerini sızlatacaktım. Ben ülkemi onurlandırmak istiyorum. Yalnızca şan ve Olimpiyatların getirdiği şerefi isteyenler diğer insanları önemsemiyorlar. Ben bağımsız yarışıyorum, çünkü önemsiyorum. Koştuğum zaman insanların bana bakıp 'O bir Güney Sudanlı.' demesini istiyorum."


independent olympic athletes 1 Independent Olympic Athletes Are Highlights Of The Parade

Bu tavrına saygı duysam da yine de maddi desteği nereden bulduğunu ve Londra'ya nasıl geldiğini merak ediyorum.

Neyse, şimdi bakalım diğer ülkeler ne yapmış:
The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Brezilyalıların etek ve pantolonlarına bayıldım. Hangi ülkeden oldukları hemen belli oluyordu. Aynı renkler giyen Jamaikalılar ise eşofmanla sahneye çıkmıştı.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Almanların yeni doğan bebeklere giydirilenler gibi "kızlara pembe erkeklere mavi" montlarını çok komik buldum.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

İtalyanlar komple yönetim kadrosu olarak gelmiş gibi durmuyorlar mı? Hangisi sporcu anlayan beri gelsin. Bu arada ülke adını taşıyan kızların elbiselerinin üstünde Tören'de rol almak için seçmelere giren Londralılar'ın fotoğrafları var.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Amerikalılar lisenin bando takımı gibiydiler. Eteklerin diz altında olmasına bakılırsa bir Türk lisesi.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Bazı ülkeler de yöresel kıyafetleriyle katılmışlardı (özellikle Afrikalılar). Hintliler de elbette sarı sarilerini giyip gelmişler. Koyu tenlerine yakışan bu rengi sevdim. Erkeklerin kafalarındaki o sarığı ise hiç sevmiyorum. Hintliler (Singh olanlar) bu sarığı günlük hayatta, gece partilerde vs. bile başlarından çıkarmıyorlar. Dini inançları gereği saçlarını kesmiyorlar çünkü. Neyse ki bu sporcular bu şeyleri yarışırken takmıyor.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Gıcık olduğum bir şey de kafiledeki insanların çoğunun elinde bir cep telefonu/fotoğraf makinesi olmasıydı. Orada el sallayıp insanları selamlayacaklarına ha babam fotoğraf çekip Instagram'a, Twitter'a yüklediler. Bari bir iki arkadaşınız çekseydi siz onlardan alırdınız. Kendi gözünle bakmaktansa vizörden bakmak daha mı iyi? Hele şu yukarıdaki amca abartıp profesyonel makinesini getirmiş.

Maria Sharapova Maria Sharapova of the Russia Olympic tennis team carries her country's flag during the Opening Ceremony of the London 2012 Olympic Games at the Olympic Stadium on July 27, 2012 in London, England.

Ruslar şıktı, Maria'yı da kıskandık çünkü kusursuzdu :(

Neslihan Darnel Neslihan Darnel of the Turkey Olympic volleyball team carries her country's flag during the Opening Ceremony of the London 2012 Olympic Games at the Olympic Stadium on July 27, 2012 in London, England.

Sıra geldi bize. Bizim bayrağı Neslihan Darnel taşıdı. Yabancı basın kendisini çok beğenmiş, Alman spiker kendisine ein Superstar demiş. Kıyafetleri Sarar hazırlamış, belli zaten kadını erkeği aynı ceketin farklı bedenlerini giyip çıkmışlar. Bence ilk kez kongreye katılan üniversite öğrencisine benziyorlar ya neyse. Biraz daha orijinallik ve yöresellik beklerdim.

Ayy aman bir dakika vazgeçtim 2008'deki görüntüyü gördükten sonra, şuraya bakın herkes Ferdi Tayfur gibi giyinmiş. Beyaz ayakkabılar, beyaz gömlek+ceket kombini, yoo olamaz:


Yazıyı yazmaya başlarken müsabakalardan bahsedecektim ama törensiz giriş yapmayayım dedim. Bir daha vakit bulabilirsem onları da yazarım. Törenlere aklımıza kazınan şu görüntüyle veda edelim.


Görüşmek üzere.


Not: Fotoğraflar london2012.com, totallycoolpix.com, BBC, Dailymail.

Kendilerinden arakladığım bilgiler için Eurosport muhabirlerine ayrıca teşekkürler.

31 Mayıs 2012 Perşembe

Kiralık Rahimler


Diş fırçalama ile ilgili demonstrasyonumu bitiriyorum. “Sorusu olan var mı?” diye soruyorum. Kızlardan “Benim dişimde siyah bir tane leke vardı, sonra diğerlerine de bulaştı” “Benim bu dişim ağrıyor o yüzden o tarafı hiç fırçalamıyorum” gibi yakınmalar yağıyor. İlk başta çekingen yaklaşan grubumdaki on-on beş kızım biraz sonra bana “Abla” demeye başlıyor. Hepsinin sorularını tek tek cevaplıyorum, bazılarına ayak üstü gözle ağız muayenesi yapıyorum. İsteyenlerin “Müdür Baba”larına söyleyerek bizim fakültemize gelebileceğini, burada onları tedavi edeceğimize dair söz veriyorum. Gitme vakti geldiğinde hep birlikte kapıya doğru yürüyoruz. O sırada bir el koluma dokunuyor. Dönüyorum, küçük bir kız “Abla, ben de senin gibi diş doktoru olmak istiyorum. Hangi derslerimin iyi olması gerekiyor?” diyor.


Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul Diş Hekimleri Odası Öğrenci Kolu’ndan 10 kişi bir Kız Yetiştirme Yurdu’na gittik. Orada 12-18 yaş arası kızlar kalıyordu. Pazar sabahı saat 11’de sıcak yatağımdan kalkıp oraya gitmek zor gelse de, şimdi baktığımda iyi ki gitmişim diyorum. Yurda en erken giden ben olduğumdan oradaki görevliyle biraz sohbet etme imkanı buldum. Ben de çoğu kişi gibi orada kalan kızların anne babasının hayatta olmadığını düşünüyordum. Ancak öğrendim ki, o kızların çoğunun anne babası hayatta. Ve en iyi ihtimalle maddi yetersizliklerden dolayı onlara bakamamış. Daha kötüsü, onları istememiş. Hiç sevmemiş. İlgilenmemiş. Bunlar, gazete haberlerinde okuyunca paralel evrende gerçekleşiyormuşçasına üzerinde hiç durmadığımız konular. Geçinemeyen anne babanın çocukları devlet korumasına alındığında “İyi oldu çocuklar kurtuldu” diyoruz. Ancak oraya gidip görmeyenler için bu konuda yorum yapmak, emekli hemşire total hastasının dişlerin durması gereken konum hakkında bir sınıf arkadaşımla saatlerce tartışması gibi bir şey. Bilmeden, görmeden, uzaktan atıp tutmak.

Diğer arkadaşlarım da geldiğinde, hediye olarak getirdiğimiz fırça ve macunları, diş fırçalamayı anlatacağımız model çeneleri alarak salona geçtik. Kızlar “Anne”leriyle birlikte bize galoş veriyor, “DİŞÇİLER GELDİİİ” diye diğer kızları uyandırıyorlardı. Hepsi salona geçip oturduğunda tek tek yüzlerine baktım. Buraya ne gibi sebeplerle gelmiş olabileceklerini düşündüm. Düşündüklerimden korktum ve önümdeki çenelere odaklandım.

Esma -gerçek adı bu değil- yanıma gelip o soruyu sorduğunda bir an duraksadım. Çok güzel bir kızdı. Minyon, uzun kirpikli, küçücük bir kız. 14 yaşında. Saçma bir şekilde “Bu kız neden burada?” diye düşündüm. Sanki diğer kızlar orada bulunmayı hak ediyormuşçasına. Ona yeni üniversiteye giriş sistemini anlattım. Biyoloji, Matematik gibi derslerinin iyi olması gerektiğini söyledim. Aslında fark ediyordum, o soru öylesine sorulmuştu. Sanırım benimle bir şekilde konuşmak için aklına ilk gelen şeyi sormuştu. Esas istediği başka bir şeydi, bunu gözlerindeki bakıştan anlayabiliyordum. Esma benimle iletişime geçmek istiyordu. Hayatındaki eksiklikleri, anne, abla boşluğunu daha yarım saat önce tanıdığı bir yabancıyla bir nebze olsun doldurabileceğini mi düşünmüştü? Bunları düşünerek ona mail adresimi vermeyi, bana mail atabileceğini ve bu şekilde konuşabileceğimizi söyledim. “Benim MSN’im, Facebook’um yok ki abla” dedi. Ne yapacağımı düşünerek sessizce yürümeye devam ettim.

Dışarıya çıktığımızda bir fotoğraf çekilme seansı başladı. Önceden konuşup fotoğraf çektirmemeye karar vermiş olsak da, kızların yoğun isteğiyle karşılaştık. Toplu fotoğrafları getirdiğimiz profesyonel fotoğraf makinesiyle çektik. Esma sessizce bir köşede duruyordu, bakışlarını üzerimde hissediyordum. Benimle konuşmak ister gibi bir hali vardı, aslında ben de onunla konuşmayı çok istiyordum. Buraya neden geldiğini sormak, burada mutlu olup olmadığını öğrenmek.. Ancak bunun yerine havadan sudan sorular sorup şakalar yapıyor, onu güldürmeye çalışıyordum. Git gide zamanımız azalıyordu. Madem fotoğraf çektiriyoruz, bari ben de çekeyim diye düşünerek cep telefonumu çıkardım. Esma’ya “Fotoğraf çektirelim mi?” dedim. Sevinçle yanıma geldi. Bir fotoğraf çektirdik. O an yanımıza Meryem geldi. “Abla, benimle de çektirebilir misin?” dedi. Bu ilgi karşısında hem sevinmiş, hem de şaşırmıştım. “Elbette” diyerek çevredeki tüm kızlarla birkaç fotoğraf daha çektirdim. Diğer arkadaşlarım çoktan uzaklaşmış, bir köşede beni bekliyorlardı. Gitme vaktinin geldiğini anladım ve “Kızlar, ben gidiyorum” dedim. “Abla lütfen yine gel” “Abla bizi unutma” diyen sesler yükseldi. Esma ve diğer kız “Abla bizim adımızı yaz, sonra bulamazsın” dedi. Hemen bir kenara yazdım. Onlara cep telefonu numaramı verdim. Onlar da bana bir çiçek verdiler, “Bu çiçeği sakın atma” diyerek. Ben de onlara akşam dişlerini fırçalarken beni hatırlamalarını söyledim. Sonbaharda tekrar geleceğimize dair söz verdiğimde “Ben o zamana kadar belki giderim, belli olmaz ki hiç” dedi Meryem. O an anladım ki bu kızlar oradan oraya sürüklenen, bağlanacakları hiçbir yer veya kişi olmayan kişilerdi. Devletin bilgisayarları onları nereye yerleştirirse oraya gidiyor ve orayı evi gibi benimsemeleri bekleniyordu. Hayatta tutunacak hiçbir dalları, önlerinde hiçbir amaçları, umutla beklenilen bir gelecek yoktu. Çoğunun da olmayacaktı.

Bu olaylardan çok etkilenmiştim. İlk iş yurt müdürünün yanına giderek Esma’nın gönüllü ablası olup olamayacağımı sordum. Söyledikleri hiç iç açıcı değildi. Gönüllü olmak için birçok prosedür, işlem gerekiyordu. Ayrıca istediğimiz kızı seçmek gibi bir durum yoktu. Elbette oradaki her kız aynı durumdaydı ve hepsi için bir şeyler yapmak isterdim ama dedim ya, Esma ile aramda bir bağ oluştu. Müdür bey orada kalan kızların ailelerinde uyuşturucu, fuhuş, şiddet, cinsel istismarın bulunduğunu, kızların yaşamlarında büyük bir boşluk olduğunu ve bir çoğunun devlet güvencesine sırtını dayayarak hayatını bir okulda müstahdem olarak sürdürmekten başka hayali olmadığını söyledi. Babalarının, annelerinin yasa dışı işler yaptığı, çok kötü koşullardan gelen bu çocukların hayatlarında bir rol model, amaç eksikliği vardı ve bunu doldurmak için bir şeyler yapmak gerekiyordu.

O günden beri düşünüyorum. O kızların suçu neydi? Onları istemeyen anne babaları tarafından buraya gönderilmek için ne yaptılar? Müdürün söylediğine göre buraya geldiklerinde en ufak bir kişisel bakım bilgisinden bile yoksun olan çocuklar bunu hak ediyor muydu? 3 yaşından itibaren çilekli diş macunlarını küçük fırçalara özenle koyup küçük ellerinden tutarak diş fırçalamayı öğreten anne babaları olsaydı yine haftada 1 kez bile dişlerini fırçalamıyor olurlar mıydı?

Son günlerde kürtaj ile ilgili tartışmaları okuyorum. Tamamen gündem değiştirmek amaçlı olduğunu düşündüğüm bu tartışmaları dikkate bile almıyordum, zaten bizim bu şekilde tantana yapmamız için ortaya atılmış bir laf gibiydi. Ancak bugün Sağlık Bakanı ve TBMM İNSAN HAKLARI KOMİSYONU Başkanı’nın “Tecavüze uğrayanlar da doğursun, gerekirse devlet bakar” sözlerini okurken midemin bulandığını hissettim. Kadınların rahmi, devlet tarafından tapulanan bir arsa mıdır? Bu konuda kendisine söz hakkı verilmez ama ona bu şekilde kolaylık mı sağlanır? Kadının rahmi 9 aylığına kiralanır ve sonunda çocuk elinden alınınca her şeyin hallolduğu mu düşünülür?

Bu kadar iğrenç bir olayın kadın üzerinde yarattığı travmayı düşünmek bile felaket ama bir de şöyle sorayım; annesinin kendisinin yüzünü bile görmek istemediğini, babasının korkunç bir suçlu olduğunu bilen çocuk sizce nasıl bir hayata sahip olur? Dünyaya geldiği için şükür mü eder yoksa hafta sonları yurttan kaçıp tahmin edemeyeceğiniz işlere mi girer? Devlet yiyeceğini giyeceğini veriyor evet, inanın ki bir çok çocuktan daha iyi bakılıyorlar, kurslara gidiyorlar, tatile götürülüyorlar. Ancak hepsi sevgiye, ilgiye aç. 100 tane çocuğun “Anne” diye seslendiği görevli mi verecek bu sevgiyi? O mu her sabah “Günaydın kuzum” diyerek öpecek 100 tane çocuğu? Kızı hafta sonu eve geliyor diye kim onun sevdiği yemekleri yapacak? 21 yaşındaki beni hala bazen küçüklüğümde olduğu gibi sırtında gezdiren kişi “Devlet baba” mı olacak? Yapmayın gözünüzü seveyim, oralarda hayat hiç de sandığınız gibi değil. Çocuğun cebine para, sırtına kıyafet koyan devlet asla o çocukların hayatındaki boşluğu, amaçsızlığı gideremez.


Kürtajın tartışılabilirliğine ise hiç girmiyorum, zaten aklı başında her insan 4 haftalık bir sürenin bu işleme karar vermek için yeterli olmadığını bilecektir. Gelişmiş ülkelerdeki, hatta ulemaların bulunduğu ülkelerdeki 12 hafta sınırına bakarak böyle bir şeyin olmaması gerektiği apaçık ortada. Bu bir haktır ve kimse isteyerek yaptırmaz, bir şekilde bunu yapmak zorunda kalmıştır. Kürtaj yasağının caydırıcı bir önlem olmadığını da 1984 öncesinde bu işlemlerin gizli olarak yapıldığından haberi olan herkes tahmin edebilir. Sezaryenle doğumun tartışılmasını ise komik buldum, diş hekiminden aşırı korkan bir insanın elinden genel anestezi altında dişini çektirme hakkını almak gibi bir şey olurdu bu.

Dedim ya, bu olayda beni en çok etkileyen şey birbirinin fotokopisi sözler sarf eden devlet erkanının bu lafı. Bir kadının sahip olabileceği en büyük mutluluklardan birisi de çocuk doğurmaktır herhalde. Sevdiği insan ile kendisinin karışımı, bilgisini, sevgisini aktarabileceği, öpüp sevebileceği dünya tatlısı bir bebek için 9 ay boyunca sabırsızlıkla bekleyen bir kadının haberde bahsedilen olay başına gelmiş olsa durumunu düşünebiliyor musunuz? Bunun hayatında hiç kapanmayacak bir yara açacağını biliyor musunuz? Yurtlardaki çocukların mutlu olmadığının farkında mısınız? Değilseniz yazık olacak.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Görkem is Drinking Tea


Sıradan bir tatil günü. Bir tatil gününden beklentim olan “yatıp yuvarlanma” eylemini gerçekleştiriyorum. Elimde teknolojik oyuncaklarımla halimden çok memnunum. Kah oyun oynuyor, kah internette geziniyorum. O sırada içeriden gelen ses bu mutlu anıma sekte vurmayı başarıyor. “Kızım gel de bir yardım et be!”. Tatil günlerindeki en büyük tehlikemin sesi bu. Halk arasında “anne” deniyor. Sabahtan beri yemek yaptığı sesinin tonundan, cümlesinin sonundaki “be”den belli. Ben ise adeta yatağın manyetik çekim gücüne kapılmışım. İçeri sesleniyorum “Tamam anne yeaa, yaparız.”


Wall-eʼyi seyretmişsinizdir. Kısaca bir özet geçeyim, gelecek bir tarihte Dünya gezegeni çöplüğe dönüyor. Bir şirket “Robotlarımız dünyayı temizlerken siz de muhteşem bir gemi seyahatine çıkın”
vaadiyle dünya nüfusunu toplayıp uzay için yapılmış cruise gemilerine bindiriyor. Gemideki insanların hepsinin birer koltuğu, önlerinde de bir ekranları var. Her şeyi oturduğu o koltuktan yapıyor. Onunla bir yere gidiyor, yiyecek, içecek ne istiyorsa anında önüne geliyor. Herkes obez olmuş ve yürümeyi unutmuş. İşin kötüsü önlerinde duran içeceğe uzanamayacak kadar şişman olsalar da hallerinden memnunlar. Eğlenceli bir distopya da diyebiliriz.


 Özellikle tatil günlerinde, bu tabloya yaklaştığımızı daha çok hissediyorum. Alışveriş sitelerinden istediğimizi alabiliyorken, marketlerden online sipariş verebiliyorken, yemeklerimizi bile internetten söyleyebiliyorken bir
günümüzü tuvalet ve kapıya gelen sipariş elemanını karşılamak hariç oturarak geçirebiliriz. Eskiden, yani ilkokuldayken ödev defterimiz okulda unuttuğumuzda telefon rehberindeki– o zamanlar kanlı canlı, elle tutulur, harflere bölünmüş sayfalardan oluşan defterin adıydı bu – bir arkadaşımızı arar, ödevi sorardık. Şimdi ise Facebook gruplarından, SMS veya diğer yollardan soruyoruz. 5 dk. içinde cevap gelmezse birbirimizi dürtüyor, çaldırıp kapatıyor, titreşim atıyoruz.

Gün geçtikçe sayıları azalsa da Facebook açmayı reddeden “alo diyeyim yeter” telefonlarına sahip olan, twitter ve benzerlerini tüketim toplumunun dayatması olarak gören yaşıtlarımız da yok değil, ancak 3 yaşındaki kuzenimin elinden iPad alınınca verdiği tepkiye bakarak söylüyorum ki, yakın gelecekte bu arkadaşlar tarih olacak.



2 sene öncesine kadar Facebook açmaya direnen, “cool” olduğunu sanan ama öğrendiğime göre dışarıdan “kıl” görünen bir insandım. Her boş kaldığında bildirimlerini kontrol eden tiplerle dalga geçer, bunun saçmalığını anlatırdım. Sonra sahte bir hesap açtım ve okul gruplarına onunla üye oldum. Şimdi ise 500ʼe
yaklaşan arkadaş sayımla, 3G ile her an bağlanabildiğim kendi adımla bir hesaba sahibim. Teknoloji beni bir tek bu yönden vurmadı. Ben sınav zamanlarında iflah olmaz bir oyun delisi oluyorum. Bilgisayarın başına oturmaya vicdanım elvermediği için artık en yakınımda ne varsa, iPad, telefon, ona saldırıyorum. Yemin ederim direksiyon sallamaktan, ateş etmekten, kuş atmaktan elimde kolumda yazı yazacak derman kalmadı. Ben de çözümü şu şekilde buldum; tıpkı bir çocuk gibi iPadʼi anneme verip onu bilmediğim bir yere kaldırmasını söylüyorum. Telefonu ise kolayca ulaşamayacağım, resmen çocukların erişemeyeceği yerlere koyuyorum. Böylece hem kafam rahat oluyor, hem kolum.

Sosyal medyanın, internetin ve teknolojinin elbette ki harika yönleri de var. Hatta mükemmel icatlar. Ama kendini tuvalette “büyük” “küçük” diye etiketleme kapasitesine sahip insanlar ortaya çıktığından beri “biz ne
yapıyoruz” diye düşünmeye başladım. Geçenlerde ben de yerini değil de izlediğin, okuduğun şeylerde kendini etiketleyebildiğin bir uygulama indirdim. Haftalık izlediğim birçok dizi olduğundan ne zaman ne izliyorum diye görmek için. Sonra bir de baktım oynadığın oyunları da etiketleyebiliyorsun. Hatta düşündüklerini, yaptıklarını da. Gerisini hatırlamıyorum. Uyandığımda profilimde “Görkem is drinking TEA” yazıyordu. İnsan kendini çay içiyorum diye etiketler mi ya? Evet dostlarım, yapıyormuş. O girdabın içine girdikten sonra kişiliğiniz, eleştirdiğiniz şeylerin hiçbiri kalmıyormuş ve insan bu şekilde rezil oluyormuş. Neyse ki erken uyandım ve kendime geldim. 

Biz tabi ki hiçbir zaman şehir dışıyla konuşmak için santralden telefon bağlatan, haftada 1 gün verilen TV yayınını heyecanla bekleyen bir nesil olmadık. İlköğretim müfredatında olmasa mektup nasıl yazılır onu bile bilmeyecektik. Yine de evlerimize bilgisayar girmeden, çevirmeli bağlantının “dirülülü” sesiyle internete bağlanmadan, babamızın dandik Nokiaʼsında yılana yem toplatmadan önce biraz sokağa çıkma, saklambaç oynarken “çamlak çömlek patladı” şarkısı söyleme, yapraklardan yemek yapma, bebeklerimize bezlerden kıyafet dikme, katlı otoparkımıza araba yerleştirmeye fırsatımız oldu. Şimdi ise bilmemneoyun.comʼlarda istediğin bebeğe binlerce kıyafet giydirebilirken, Need for Speedʼin tam 20 oyunu varken niye bunlarla yorulalım ki? 

Sonuç olarak ben, biraz bu e-hayatʼtan çıkıp gerçek şeyler yapalım diyorum. İstiyorum ki evde bilgisayar
başında WoW oynamayı (o kendini biliyor) arkadaşlarımızla dışarı çıkmaya tercih etmeyelim. Dışarı çıksak da telefonla hemen fotoğraf çekip yüklemeyelim, nerede olduğumuzu 500 kişiye söylemek zorunda hissetmeyelim. 10 yıldır bir kez bile ne yaptığını merak etmediğimiz çocukluk arkadaşımıza “Çok güzel çıkmışsın cnm” yorumu yazmayalım. “Öff çok sıkılıyorum” yazmak yerine bir şeyler yapmaya çalışalım. İstiyorum ki küçük kuzenim pastayı dokunmatik ekranda değil, yüzü gözü una bulanarak, dokunarak yapmaya çalışsın. İstiyorum ki biz de –dikkat spoiler geliyor- filmin sonundaki gibi yeşeren bir filiz bulalım ve bağımlı olmadan, yettiği kadar kullanalım.

NOT: İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Öğrenci Kulüpleri Bülteni'nde çıkan yazımdır.

17 Mayıs 2012 Perşembe

2. Kitap Çevirim Basıldı!

Bir gün lisede, servisle eve dönerken babamdan gelen bir telefonla şaşırdım. Normalde babam beni gün içinde pek aramaz. "Alo" dedim "Kızım kitap çevirmek ister misin?" diye cevap verdi karşıdaki ses. Bir anda kafamda yüzlerce soru belirdi. Ancak en temeli olan "NE?" diyebildim sadece. 

Divxplanet ailesinden tanıştığımız, sevgili Neottoman abi o zamanlar Fide Yayıncılık'ta grafikerlik yapıyordu. Bana Çehov'un 16 hikayesinden oluşan bir kitabı yaz ortasına kadar çevirip çeviremeyeceğimi soruyormuş. Elbette büyük bir heyecanla "evet" dedim. Ancak kitap çevirmek öyle dizi, film çevirmek gibi değil. Uzun, yorucu, dikkat gerektiren bir olay. Ben de ilk kitabın tecrübesizliği ile düşe kalka Belalı Misafir'i bitirdim. Şu yazımda bahsetmiştim daha önce.



Bundan 2 sene sonra, İz Yayıncılık'ta editör olan Hamdi Abi'den 2.bir teklif geldi. Ellis Ashmead-Bartlett'ın Türklerin Rumeli'ye Vedası adlı kitabını çevirmemi istiyordu. Yaz tatilinin de yaklaşmasıyla teklife evet dedim ve uykusuz yaz gecelerim başladı. Gündüz geç saate kadar uyuyor, gece en az 4'e kadar çeviri yapıyordum. Ancak yine de zamanım azalınca yarısını çeviremeyeceğimi anladım. Böylece ilk 150 sayfasını benim, son 150 sayfasını da Büşra Yavuz'un çevirdiği bir kitap çıktı ortaya. Redaksiyonu harika, dipnotları bilgilendirici olan bu kitabın baskısı da gayet kaliteli (cümleyi bir daha okudum da, şu an reklamları bitiriyorum, bırakayım okuyucu karar versin). Kitap, 1910lu yılların başlangıcında yaşanan Balkan Harbi'nde savaşı gözlemlemeye gelen ve Türk ordusuna eşlik eden bir İngiliz gazetecinin anılarından oluşuyor. Kitap Türkler'in yaşadığı ağır yenilgiyi, sefaleti anlatıyor. Aynı zamanda o günlerde Türkler'in Avrupalılar'ın gözünde nasıl göründüğünün de bir örneği. Eğer bu konulara ilgiliyseniz ve nasıl çevirdiğimi de merak ediyorsanız, buyurun link: http://www.idefix.com/kitap/gorkem-sengun/urun_liste.asp?kid=186931

Biliyorum bir süredir yazmıyorum. Eskiden üşengeçlikten olurdu ama şimdi meşguliyetten, gerçekten. Görüşmediğimiz bu arada İstanbul Dişhekimleri Odası Öğrenci Kolu başkanı seçildim, Diş İşleri diye bir toplum ağız diş sağlığı projesi yaptım. Bu arada okulumuzda çıkan öğrenci kulüpleri bültenine bir yazı yazdım, hafta sonu onu bloga koymayı düşünüyorum. Artık en az haftada 1 yazacağım, söz. Yeter ya, aa.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Californication -5-: Universal Studios, Bölüm 2

Bu kış gününde içinizi mi ısıtıyor, yoksa bana sinir mi oluyorsunuz bilmiyorum ama ben yazarken o günü tekrar yaşıyorum ve çok eğleniyorum, farkındaysanız uzattıkça da uzatıyorum, bu gidişle 3'e bölmem gerekecek. İşte Universal Studios eğlence parkının devamı. Yazının ilk kısmını okumak isteyenler bu linke tıklayabilirler.


Metro istasyonundan sonra Stüdyo Tur'una kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sırada izleyen izlemeyen herkesin bildiği, denizde "dipten yüzüp birini korkutmaya çalışmak" adlı şakada adı en çok zikredilen kahraman var, Jaws(1975). Jaws'ın dehşet saçtığı tatil yöresi "Amity Island"a çekiyor şoförümüz. Filmin yönetmeni Steven Spielberg, Universal Studios için çok önemli. Stüdyo turunda sayısız kez ismini duyuyoruz. Şirketin birçok başarılı yapımında yönetmen koltuğunda o oturuyor. Onun adını taşıyan sokaklar, onun filmlerinden atraksiyonlar var.



Buradan geçerken muavin bir şeyler anlatıyormuş gibi yapıyor. Sonra gölün ortasındaki dalgıcı ve köpek balığının ona doğru yaklaştığını fark ediyoruz. Muavin ise güya onu uyarmaya çalışıyor. Dalgıç onu duymuyor tabi ve beklenen son geliyor, köpekbalığı adamı kaptığı gibi indiriyor, dalgıç batıyor, su yüzeyinde kırmızı kan görüyoruz. Sizin için videosunu buldum (burada) ve gayet kötü bir oyunculuk sergileyen, günde otuz kırk kez tekrarladığı küçük piyesini oldukça başarısız bir biçimde oynayan ve arkadaşı Jaws'a yem olduktan sonra bile neşesinden bir şey kaybetmeyen muavin kadını görebilirsiniz. Bu Oscarlık oyunculuk burada bitmiyor. Kadın "sıkı tutunun, Jaws'ın nerde olduğunu göremiyorum" gibi birşeyler diyor ve evet, aklımıza gelen oluyor, Jaws bize su sıçrata sıçrata burnumuzun dibine kadar geliyor. (videoda bu kısım da var) Filmi çekerken bu Jaws maketinin bir benzerini kullanmışlar. "Neyse ki" bu badireyi de atlatıyor ve yolumuza devam ediyoruz.


Sırada Wisteria Lane var. Dizinin fanatikleri zaten bu sarı evi görünce anlamıştır neresi olduğunu, ben izlemediğim için internetten baktım, burası Eva Longoria'nın eviymiş. Elbette bahsettiğim dizi de Desperate Housewives. Dizideki sokak burada aynen var, evler de gerçek, kimilerinin içini çekim için kulanıyorlarmış. Diziyi pek bilmediğimden burasıyla ilgili söyleyecek çok şeyim yok, sadece evlerin hepsi çok güzel, bahçelerdeki çiçekler harika, ideal bir Amerikan mahallesi yaratılmış yani. Ben en iyisi bir iki kare daha koyup yoluma devam edeyim.





Buradan sonra turumuza devam ederken How the Grinch Stole Christmas'ın setini gördük. Grinch'i bilenler bilir, Jim Carrey'nin yeşil kürklü, korkunç uzun parmaklı Grinch'i canlandırdığı pek çocuk filmi gibi olmayan ve konusundan hiçbir şey hatırlamadığım ama şekerden evleri, Christmas süslemeleriyle aklımda yer etmiş bir film bu. Evler yerinde duruyor, ama kar olmayınca, ışıkları yanmayınca ve içinde fare burunlu küçük insanlar olmadıkça neyleyim ben böyle kasabayı.

Resimde de görebileceğiniz gibi, işçiler dekorlar üzerinde çalışıyorlar, muhtemelen Grinchmas'a hazırlanıyorlardır. Zira her sene Noel zamanında burası böyle terk edilmiş olmuyormuş. Karla kaplı Whoville'de, temaya uygun oyuncular dans edip şarkı söylüyerek kutlama yapıyorlar. Ah, orada olup her ay oraya gitmeyi ne kadar isterdim. (bu arada bir günlük bileti çok az
bir fark verip bir yıllık bilet haline getirebiliyorsunuz)

Bu arada filmde oynayan küçük kızı hatırladınız mı? Sarışın, şirin, minik burunlu hani? İşte o kız büyüyünce Taylor Momsen olmuş. Götik queen Taylor 93 doğumluymuş, böyle ergen triplerini çoktan aşmış olması gerekirdi ama biraz geriden geliyor demek ki.



Bundan sonraki durak Psycho (1960)'nun seti. Ben izlemedim, ama o meşhur duşta bıçaklama sahnesi muhtemelen o dönemde insanların duşa girerken perdeyi açık bırakmalarına ve banyonun sırılsıklam olmasına sebep olmuştur. İlk olarak Bates Motel'i görüyoruz. En soldaki camda katil Normal Bates'i görebilirsiniz.





Gördüğünüz gibi motelin hemen arkasında Grinch var. Biraz daha ileride Dünya Savaşları ve Göl Evi. İşte filmler böyle iç içe yerlerde, hatta bazen aynı alanları kullanarak çekiliyor. Biz her bir filmde ayrı dünyalara konuk oluyoruz, bazılarına gerçekten inanıyoruz, karakterleri kendimizle özdeşleştiriyoruz ama gerçekte onların çoğu aynı yeri, bu stüdyoları kullanıyor. Bu tıpkı sizi hikayesiyle ağlatan bir filmde izlediğiniz birbirine çok aşık çifti oynayanların gerçek hayatta sevgili olmadıklarını öğrenmek gibi bir şey, hayal kırıklığı.






Yola devam edince bu sever Sayko'nun evine geliyoruz. Otobüs evin önünden geçerken birden kapıda Norman beliriyor. Yani ona çok benzeyen başka bir aktör. Elinde de bıçak var. Bıçağını kaldırarak üzerimize doğru koşmaya başlıyor...şoför gaza basıp bizi "kurtarıyor". Dikkat ettiyseniz bu, o günkü ikinci kurtuluşumuz. Zaten gün boyunca kendimizi bir filmin içinde hissetmemiz için ellerinden geleni yapmışlar. Uykuya dalarken bile kulağımızda "dı dı dıııın dıın d dı dı dı dıın" diye Universal'ın giriş müziği çalıyordu.





Sırada War of the Worlds (Dünya Savaşları) var. Başrolünde Tom Cruise'nin oynadığı bu filmin yönetmeni Steven Spielberg. Bu seti kendi tasarlamış ve adeta ona bir saygı duruşu olarak filmin çekildiği 2005 yılından beri orada duruyor. Muavinimiz o seti tanıtırken özellikle "Steven Spielberg'ün tasarımı" olduğunu belirtiliyor. Sağdaki resimde gördüğünüz parçalanmış uçak gerçek bir yolcu uçağı. Ne yazık ki gerçekten kaza yapmış ve bu hale gelmiş.






Bir sonraki filmimiz ise The Lake House (Göl Evi). Sandra Bullock ve Keanu Reeves'in felaket öpüşme sahnesiyle aklımda yer etmiş bu filmin setinde göl möl yok, yalnızca bu yeşil pencereli ev var. Gölü nasıl mı yapmışlar? Tabi ki aşağıda gördüğünüz her okyanus, göl, nehir lazım olduğunda kullandıkları mavi perdeli set ile.


Denizde çekim yapılması gereken sahnelerde ekip bu setten yararlanıyor. Aklınıza gelebilecek bir çok film burada çekilmiş, Jaws, Evan Almighty gibi. Tabi buralarda gezerken her sette o filmden görüntüler, filmin müzikleri otobüsteki ekranlarda dönüyor ki daha gerçekçi olsun.


Stüdyo turumuz burada bitiyor, ancak Universal Studios'un daha yarısını bile gezmedik. Diğer gördüklerimi (Özel Efektler, Jurassic Park turu, Hayvan Aktörler, Terminatör 3D ve daha bir sürü şey..) bir sonraki yazıda, yine 1-2 gün içinde anlatacağım. O zamana kadar kendinize iyi bakın, görüşmek üzere.

29 Ocak 2012 Pazar

Californication -4-: Universal Studios

Bu videoda duyduğumuz müzik, uzaydan çekilen bu dünya fotoğrafı hepimize bir şeyler anımsattı değil mi? Belki Jurassic Park, belki Back to the Future, belki Fast and the Furious. İzlediğimiz bir çok filmin, dizinin çekildiği Universal Studios'un kocaman bir alana kurulmuş onlarca stüdyodan oluşan bir yer olduğunu biliyor muydunuz? Oraya gitmeden önce ben de bilmiyordum, ancak orada gördüklerim, öğrendiklerim o kadar güzeldi ki, mutlaka bloga yazmalıydım. Aylar geldi geçti, ben yazmaz oldum; ama Ağustos ayında gittiğimiz Amerika seyahatinin 4. yazısı, geçen gün orada çekildiğine şahit olduğumuz Dream House filmini izleyince tekrar aklıma düştü. Hatta bu yazıyı yazarken o günü bir daha yaşadım ve bunun hayatımdaki en ilginç, en eğlenceli, en gerçek dışı gün olduğuna karar verdim. Sizin de gitmiş kadar olmanız için bol fotoğraflı, videolu bir yazı hazırladım. Bu gazla seyahat yazılarımın devamını da getirmeyi umuyorum bir an önce, buyurun:



Sinema dünyasının merkezi Los Angeles'taki 3. günümüzde, şehrin en önemli özelliğinin hakkını verelim dedik ve bildiğimiz bir çok filmin çekildiği Universal Studios'a gitmeye karar verdik. Biletlerin kişi başı tahminen 60$ olacağını söylediğimde babam "Oha!" dedi. Oraya vardığımızda önce otoparka verdiğimiz 20 dolar, sonra da giriş için vereceğimiz kişi başı 77 dolarla gözlerimiz açıldı. Bir de yiyecekli bilet seçeneği vardı, biraz daha fazla ödeyip içeride sınırsız yemek yiyebiliyordunuz - tabi 1 kişilik -. Bizim Türk aklımız hemen fitne fesadı düşünüp "Her aileden 1 kişiye yemekli bilet alalım, gider gelir alırız hepimizin yemeği bedavaya gelir"e çalıştıysa da, babam "Bırak kızım o kadar para için bu keferelerin hakkını mı yiyeceğiz" diyerek öğle yemeğinin parasını çatır çutur ödedi, tabi içeride her şey oldukça tuzluydu. Ancak içeri girer girmez gördüklerimiz bize verdiğimiz paraların hepsini unutturdu. Her tarafta bakacak bir şey, her yerde bir hareket vardı.


Theme park'ları çocuklara göre olduğunu düşünebilirsiniz, ancak alakası yok. Disneyland'da bile bir yetişkin hiç sıkılmadan tüm gününü geçirebilir diye duymuştum gidenlerden, hele ki burası her yaşta insanın ağzını açık bırakacak bir yer. Zaten girişinde bile nasıl bir yere geldiğinizin
farkına varıyorsunuz, sizi kırmızı halıyla karşılıyorlar.



Biletlerimizi aldıktan sonra kapıdan geçtiğimizde bizi karşılayan görevli kısaca harita üzerinde parkı tanıtıyor. Önce stüdyo turuna gitmemiz gerektiğini, çünkü orada çok sıra olacağını söylüyor. Bunun üzerine ben elimde harita, hızlı hızlı hedefe yürümeye başlıyorum. Ama bizimkiler sağda solda durup durup fotoğraf çektiriyor. "Dönüşte çektirirsiniiiz" diye diye zar zor sıraya götürüyorum. Ama ne sıra. Yılan gibi kıvrılan 20-30 tane sıraya dizilmiş yüzlerce insan bekliyor. Neyse, yaklaşık 45 dk boyunca sağımızdakileri, solumuzdakileri inceledikten, araya kaynayan bir adama azarı kaydıktan sonra 4 vagonlu, yanları açık bir otobüse biniyoruz. Klasik Amerikan esprili konuşmasını ezberleyen ve günde onlarca kez tekrarladığı belli olan muavinimiz Matthew ile tura başlıyoruz.


Sağda solda bir sürü kocaman stüdyo binası görüyoruz. Hepsinin üzerinde orada çekilen filmin afişi var. O sırada yakın zamanda vizyona girmiş/girecek olan "One Day", "The Thing" ve
"Dream House" çekiliyordu.

Bu stüdyoların içini de gezmek istiyorsanız, yaklaşık 250 dolar verip VIP Pass almanız gerekiyor, ki biz bunu yapmadık tabi. Dizilerden CSI, Bones, Ghost Whisperer orada çekiliyormuş. Hatta Geleceğe Dönüş'teki şu en son geleceğe gitmek için kullandıkları saat kulesi var ya, işte onun olduğu meydan Ghost Whisperer'daki meydanla - izlemediğim için bilmiyorum - aynıymış. Tabi bunları anlatırken ekranlarda filmlerden kareleri de veriyorlar.



Stüdyoları gezdikten sonra, bir şehrin içine giriyoruz. Burası evleriyle, işyerleriyle, arabalarıyla tam bir şehir. İki üst resimde arka plandaki binalardan da anlayabileceğiniz gibi, önden gayet normal görünen, ancak yandan bakınca kısacık bir ene sahip olan binaları var. Hatta aşağıdaki resimden görebileceğiniz gibi yakından çizim olduğu belli olan ancak uzaklaşınca 3 boyutlu görüntü veren binalar bunlar. Evet resimdeki iki bina da aynı, ikinci resmin sağ alt köşesinden çıkan kırmızı kaput birinci resimdeki jipe ait. Arabalar gerçek, çekilen sahneye göre yerleri değiştiriliyor / kullanılıyor.


Matthew How I Met Your Mother'ın orada çekildiğini söylediğinde çok heyecanlanıyorum, ancak bizi onların kafesinin olduğu yere götürmüyor, malum "VIP" değiliz. Aa, bir dakika internette bunu biraz araştırdım ve karakterlerin beşinin de farklı farklı yolları deneyerek restorana ulaşmaya çalıştıkları sahnelerin tam da buralarda çekildiğini gördüm. Hatta dikkat ederseniz Ted'in koştuğu sahnede hemen yukarıdaki sarı binayı görebilirsiniz. Hatta Lily videoda benim bahsettiğim Back to the Future setini söylüyor. 2:43 dakikalık videonun linki bu

Açık alan stüdyolarını gezmeyi bitirdiğimizde, sıra Peter Jackson'ın yarattığı, dünyanın en büyük 3D deneyimi olan King Kong 3D gösterisine geliyor. Karanlık bir tünelin içine giriyoruz ve Matthew'un uyarısıyla önceden dağıtılan gözlüklerimizi takıyoruz. Birden sağımızda ve solumuzda, hatta önümüzde ve arkamızdaki panaromik perde açılıyor ve biz bir ormanın içine düşüyoruz. Birkaç dinozor tam karşımızda bize bakıyor. Birkaç saniye sonra devasa T-Rex geliyor. Sonra da ondan aşağı kalır yanı olmayan King Kong. İkisi dövüşmeye başlıyorlar, üzerimizden atlıyorlar, bu sırada bizim otobüs de beşik gibi sallanıyor. Bir ara T-Rex salyalarını akıta akıta üzerimizden atlıyor. O sırada yüzümde bir ıslaklık hissediyorum "Ulan?!" diye elimi yanağıma götürdüğümde sıvının müköz değil, su olduğunu anlayınca rahatlıyorum. Bunların ikisi itişip kakışırken sonunda olan bize oluyor ve otobüsümüz bir uçurumdan aşağı yuvarlanıyor. Çığlık kıyamet, yolcular da iyice havaya girmiş. Ben de normalde böyle şeylerden utanırım ama herkes çığlık atınca ben de bir kaç "aa, uu" yapmış olabilirim. Yahu ben anlatmayayım, anlatmakla olmaz, siz en iyisi şuradaki videoyu izleyin de bu gösteriyi kendi gözlerinizle görün. Link burada

Otobüsümüz kendini zar zor dışarı attıktan sonra, o güne kadar Universal'da çekilen önemli filmlerden aklımızda kalan arabaların olduğu bölüme geliyoruz. Aşağıda fotoğraflarını göreceksiniz zaten.


Bu da bittikten sonra, sıra arabaların uçup kaçtığı, patladığı sahnelerin nasıl çekildiğine geliyor. Elbette ilk akla gelen film Fast and the Furious (Hızlı ve Öfkeli) oluyor. Zaten arabalar da bu filmde kullanılan iki Volkswagen. Stüdyo turunda kendinizi olayın içinde hissedebilmeniz için alev, su gibi hissedebileceğimiz şeyleri çok kullanmışlar. Burada da bir sürü patlama oluyor, alevlerin sıcaklığı yüzümüzü yalıyor. Arabaların nasıl uçtuğuna şahit oluyoruz. Altlarındaki bir kol onları istenilen yöne hareket ettiriyor. Gösterinin sonunda müzik eşliğinde ufak da bir senkronize dans şovu gerçekleştirerek bizi gülümsetiyorlar.


Sıradaki durağımız eski bir Meksika mahallesi. Buradan küçük evleri, meşhur iki kapılı barları izleyerek geçerken otobüsümüz duruyor. Birden yağmur yağmaya başlıyor ve bir de bakıyorum önümüzdeki kupkuru yokuştan bir sel dalgası geliyor! Adamlar bir dakika içinde yağmur yağdırıp, sel bastırıp ortalığı eski haline döndürüyor, biz de ağzımız açık bir şekilde yolculuğumuza devam ediyoruz.



Bir Western mahallesine giriyoruz. Vahşi Batı'daki evler küçük, niçin böyle olduğunu Matthew bize açıklıyor; kovboyların daha büyük görünmesi içinmiş. Daha sonra o sırada çekilen Microsoft reklamına rastlıyoruz. Bu iki deveyi sonra bir yerlerde görürseniz, beni hatırlarsınız.


Sıra geliyor Earthquake filmine. Earthquake (Deprem) 1975 yılında çekilmiş bir film. Üzerinden 30 sene geçmiş olsa da, kullanılan teknoloji aynı ve biz bu teknolojiyi test etmek üzereyiz. Otobüsümüz bir metro istasyonuna giriyor ve duruyor. Birden yer sallanmaya başlıyor, ışıklar kesiliyor. Yaklaşık 7 büyüklüğünde (sismograf mıyım neyim, nerden biliyorsam) yapay bir deprem yaratıyorlar. İlk başta sadece sallanıyo
rken biraz sonra işler çirkinleşmeye başlıyor. Elektrik trafosundan kıvılcımlar çıkıyor, her yeri su basıyor, yan raydaki tren bizim otobüse çarpıyor (gerçekten savruluyoruz) ve tavan çöküp içeri bir tanker düşüyor! Bu kadarı bize yeter diyerek tekrar gün ışığına çıkıyoruz.



Yazı yeterince uzun oldu, ama daha anlatacak çok şey var. Stüdyo turunun geri kalanını (Jaws, Umutsuz Ev Kadınları, Grinch, Psycho, The Lake House, War of the Worlds) ve Universal Studios'ta geçirdiğimiz günü bir sonraki yazıda, bir iki gün içinde yayınlayacağım. Stay tuned, görüşmek üzere.

Not: Daha önceki Amerika yazılarım için buraya tıklayabilirsiniz

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...