11 Aralık 2010 Cumartesi

Paella'yı sevmeyiz, Cordoba'ya hayır demeyiz

18 Kasım 2010

Gece birden uyandım. Yatakta doğrulup etrafa baktım, karanlıkta saatin üzerindeki kırmızı rakamlardan başka hiçbir şey gözükmüyordu. Rakamları tam olarak kavrayabilmem için birkaç saniye geçti, sonunda gözlerimi odaklayabildim, saat gecenin 3'üydü. Kafamı yastığa koyduğum an bir daha gözüme uyku girmeyeceğini anladım.

Küçük bir odada 4 kişiydik, yan odadan eniştemin horultuları yükseliyordu. Babam da ona back vokal yapıyor, kendilerince bir melodi tutturmuş gidiyorlardı. Kalkıp banyoya gittim, makyaj çantamın içinden kulak tıpalarımı buldum.

THY'nin kulak tıpaları beni birçok zor durumdan kurtarmış olsa da, bu sefer pek yeterli gelmiyorlardı. Küçüklüğümde yaptığım gibi uyuyamadığım zaman yatakta oturup ağlama eylemine geçmeden önce son çare olarak babamı dürttüm, seslerin kesildiği 5 dk.lık zaman diliminde yeniden uykuya dalacak kadar şanslıydım.

Sabah uyanıp kahvaltıya indik. Kaldığımız otel -Türkiye'de de olan- Holiday Inn'di. Dolayısıyla sadece bed&breakfast hizmeti veren, lüksü en aza indirip temiz ama ucuz hizmet veren bir oteldi. Aynı odada tüm ailenin kalması ise anladım ki bu yaştan sonra pek olası değil. Bizimkiler de bunu idrak etmiş olacak, sonraki duraklarda hep 2 oda tuttuk. Kahvaltıda bizden bir gün önce oraya gelen teyzemlerle hasret giderip, Madrid'i gezmeyi son güne bırakarak Toledo'ya doğru kiraladığımız arabayla yola çıktık. Bütün yolculuk boyunca arabadaki navigasyon sisteminden yardım aldık, her yere de götürdü bizi.

Sonunda Toledo'ya varıp arabamızı park ettikten sonra, fotoğraf makinelerimizi kuşanarak gezmeye çıktık. Toledo, Ortaçağ'dan kalan yapılarla dolu bir şehir. Elimizdeki gezi rehberinde, İspanya'yı gezmek için sadece bir gününüz varsa, Toledo'ya gidin, tüm ülke hakkında fikir sahibi olabilirsiniz diyordu. Bence hiç öyle değilmiş ya, neyse.

İspanya hakkında şunu söyleyebilirim ki, tarih dersinde bir ara görüp çok da önemsemediğim Endülüs Emevileri burada gerçekten büyük izler bırakmış. Gerek saraylarda, gerek camilerde, hatta sokaklarda bile onları hissedebiliyordum.

Bulunduğum tarihi yerlerde hep zamanında oranın nasıl bir yer olduğunu düşünürüm. Sarayları gezerken tahtların, koltukların, masaların, yatakların sadece işlerine, süsüne püsüne bakıp geçmem, orada kimler oturmuş, yemek yemiş, uyumuş, bunu düşünürüm. Bu nedenle dönem filmlerine bayılırım. Tarihteki İngiliz kral ve kraliçelerini anlatan filmleri mutlaka izlemeye çalışırım. Muhteşem Yüzyıl'ı da takip etmeye başladım, bitirmeyeceklerini umuyorum. Neyse konudan sapmayayım, anlatacak çok şey var.

Toledo sokaklarında gezip pek de tatmin olmamış bir halde öğle yemeği için bir restorana oturduğumuzda gezimizin geri kalanı boyunca peşimizi bırakmayacak bir gerçekle karşılaştık: İspanyollar'daki İngilizce bilgisi eksikliği. Daha önce tanıştığım İspanyollar'da doğal olarak (İngilizce öğrenmeye gelmişlerdi) böyle bir şey fark etmemiştim.

Adama İngilizce olarak "2 Paella" diyoruz, parmakla da gösteriyoruz, mutlaka "dos paella" diye tekrar ediyor. Beyaz şarap istediler, kırmızı geldi, beyaz masa örtüsünü gösterince anca "aa blanco!" deyip getirdi. Hayır biz 2 günde beyazın blanco olduğunu öğrendik de, sen 35 senelik garsonsun "white"ı öğrenemedin ya, pes. Sultanahmet'teki garsonlar neredeyse Toefl'a girecekler.



Dondurulmuş, restorana hazır gelen o paella'da beklediğimiz lezzeti bulamayıp yolumuza devam ettik. Sıradaki durağımız, Cordoba'ydı. Cordoba, İngiltere'de tanıştığım bir çok İspanyol'un memleketiydi. Her hafta mutlaka bir derste "ülkenizin görülecek en güzel yerleri" konusu geçtiği için bu şehrin ve Alhambra Sarayı'nın ismini çok duymuştum. Otelimiz old city, yani şehrin eski kısmının tam karşısında, öncekine göre çok daha iyi bir oteldi.


Otele yerleştikten sonra akşam yemeği için dışarı çıktık. Şehir, resimde de görüldüğü gibi gece ayrı bir güzel. Her yer ışıklandırılmış ve tarihi yapılar böyle daha da hoş görünüyor. Cordoba'da, Emeviler'den kalan, Hıristiyanlar tarafından sonradan katedrale dönüştürülen bir cami var (resimdeki büyük yapı). Katedralin etrafı, turistik eşya satan mağazalarla dolu. Ben İngiltere'den kalma, bırakın alışverişe katlanamayan babamı, arkadaşlarımı bile delirtecek alışkanlıkla her mağazaya girmek istesem de, buna pek fırsatım olmadı.


Akşam yemeği için bulduğumuz restoranın dışarıdaki sokağa koyduğu masalara oturduk; çünkü içerisi hem kalabalık, hem de gürültülüydü. Ancak gelen garson tahmin edileceği gibi İngilizce'den pek nasibini almamıştı. Beş dakika süren el kol hareketleri ve Tarzanca diyaloglar sonuç vermeyince içeriden İngilizce bilen bir İspanyol müşteri getirdiler. Ancak teyzem kadının müşteri olduğunu anlamamakla birlikte, sadece yurt dışı seyahatlerinde İngilizce konuşma fırsatı yakaladığından ailenin Dış İşleri Bakanı olan bana görevi devretmemekte çok kararlıydı ve sürekli fikir değiştirerek, menüdeki yemekleri kadına birer birer soruyor, muhabbet uzadıkça uzuyordu. Neyse ki kadın bozuntuya vermedi ve siparişleri aldı. Sonradan teyzeme kadının garson değil müşteri olduğunu söyleyince baya şaşırdı.





Yemeklerimizi yerken, sokağın başında bir adam göründü. Eski püskü kıyafetleriyle, karışık saç-sakalıyla, elindeki şişesiyle tam bir ayyaştı. Bize doğru yaklaştıkça küçük kuzenim korktuğunu belli eden sesler çıkarmaya başladı, e ben de tırsmıyor değildim, masanın altından el ele tutuşup geçmesini bekledik. Ama adam da korkulmayacak gibi değildi şimdi, kendi kendine bağırıp duruyor zaten. Korkum da bize bir şey olacağından değil, babamlarla falan kavga çıkacağındandı. Neyse yavaş yavaş geçiyor derken tam bizim yanımızda durdu. Eyvaah dedim içimden, şimdi bir şey olacak. Gitti restoranın dışında duran kocaman, ayaklı menü tahtasını devirdi. Menü tangır tungur önce vitrin camına çarptı, sonra yere düştü. Sonra, adam artık keyfinden mi kederinden mi bilinmez, elindeki şişeyi de çarpmasın mı yere! Tam dedim "tamam şimdi sıra bizde", hemen sokağın köşesinden Yunuslar çıktı. Yunuslar dediğim işte bizim motorlu polis ekipleri var ya, onlardan. Aldılar adamı götürdüler. Olaya anında müdahale etmeleri, her ne kadar diğerleri kadar kuralcı olmasalar da, yine de bir Avrupa ülkesinde olduğumuzu hatırlattı.


Hesabı istediğimizde bize ikram olarak tadımlık yöresel alkollü-alkolsüz içkiler getirdiler, ufak bir indirim yaptılar. Türk esnafına bu yönden benziyorlar, müşteriyi hemen bağladılar. Nitekim ertesi gün öğle yemeğini de orada yedik. Otele döndükten sonra kocaman yumuşacık yatağımda bir önceki geceye kıyasla mışıl mışıl uyudum. Devamı sonraya kalsın daha çok şey var..

Not: Biliyorum uzun süredir ilgilenemiyorum blogumla. Bunun ilk sorumlusu, yeni iPad'imdir. Babam sağolsun güzel bir sürpriz yaptı. O geldiğinden beri bilgisayara pek dokunmuyorum, iPad'den de blogger'a yazı giremiyorum. İkinci olarak da finallerimi suçlayabilirim. Ama artık finaller bitti, 3 haftalık bir tatilim var. Aklımda yazılar da var. İspanya'nın devamı ve bu dönem okulda yaptığımız diş işleriyle ilgili şeyler yazacağım. Görüşmek üzere.


Fotoğraflar: Muhsin Şengün
(Paella fotoğrafını internetten buldum, resmini çekmeyi unutmuşuz.)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...