6 Ağustos 2013 Salı

The Wall Live - 1.kısım

Yıl 2006, lisede ilk yılımı bitirmişim. Tarih 20 Haziran ve o gün 15 yaşındaki Görkem'in hayal edemeyeceği bir şey olmuş; en sevdiği grubun frontman'i Roger Waters İstanbul'a gelmiş ve hayatında izlediği ilk konser o olmuştu. O günün üzerinden tam 7 yıl geçti ve takvimler 4 Ağustos 2013'ü gösterirken bu efsane adam, müzik dehası, sahne şovu ustası tekrar Türkiye'deydi. Ve ben yine oradaydım.

Roger Waters The Wall turnesine İstanbul'u kattığında çok sevinmiştim. Biletler satışa ilk çıktığında bilgisayar başında, sıkı Pink Floyd dinleyicisi babamı aradım. Sahneye en yakın tribünlerden 2 bilet alacaktım. Babam "sonra bakarız" diyerek işi ertelediği için, sonunda arkadaşlarımla sahne içinden bilet aldık. Daha önceki konsere beraber gittiğimiz babam da konsere gelemedi ve çok üzüldü. Konser günü 2 arkadaşımızla beraber kapı açılış saatinde (18:30) İTÜ Stadyumu'na doğru yürürken sıranın birkaç yüz metre önceden başladığını görünce pek de şaşırmadık. Bu sırada konserin izleyici kitlesini inceleme fırsatım oldu. Babam gibi 40 yaş üstü eski dinleyiciler, bizim gibi 20-30 yaş arası genç insanlar ve 16-18 yaşında yeni yetmeler vardı. Sırada beklerken yanımızdan Roger Waters bantları (hani Tarkan'ın belediye konserlerinde kızların kafalarına bağladıkları), tişörtler ("içerde 50 lira abla, bizde yarı fiyatına" diyen adamdan tişörtleri almadım çünkü kalitesi de yarımdı) satan satıcılar geçiyordu. Bazı adamlar da "sıra beklemeden sahne önüne gitmek ister misiniz?" diye bağırıyordu. Sonunda bir tanesine sorduk nedir bu diye. Adam başı 10 liraya gidip bizi sıranın önüne yerleştiriyorlarmış. Ama 4 kişi 30 lira olurmuş. Böyle de bir ekmek kapısı oluşturmuş kendine çakallar.

Ojelerim The Wall konserine özeldi. Konser için
Roger kadar uğraştım desem yalan olmaz.

Neyse sonunda konser alanına girdik, The Wall Live tişörtlerimizi ve anahtarlıklarımızı satın aldık ve kendimize bir yer seçip oturduk, konseri beklemeye başladık. Saat 20:00 gibi herkes sözleşmiş gibi oturduğu yerlerden kalktı ve ayakta durmaya başladı. Şansımıza biz de konser alanında yerden biraz yüksek bir tümsek bulup konseri onun üzerinden izlemeye karar verdik. Konserden önce çaldıkları her şarkının bitiminde insanlar Roger çıkacak sanıp çığlıklar atıyor, sahnede gördükleri her teknik elemanı çılgınca alkışlıyorlardı. Neyse ki Roger Waters bizi çok bekletmedi ve gerçekten de Imagine'den sonra, saat 20:45 sularında sahneye çıktı.



Öncelikle Outside the Wall'un melodisiyle konsere giriş yapıldı. Sahneye elinde meşhur 2 çekiç logolu bayraklar taşıyan askerler çıktı. Daha sonra, birdenbire giren In the Flesh introsunun her bir bass notasıyla sahneden gökyüzüne kırmızı fişekler atıldı. O anda hissetiklerimi tarif etmek imkansız, büyülenmiş ve heyecandan ağzım açık halde sahneye bakıyordum. Intro'dan sonra Roger Waters sahnede göründü. Her zamanki gibi baştan aşağı siyah giyinmişti. Milyon pound'luk serveti olan bir adamın günlük hayatta ve konserlerinde böyle sade giyinmesi onun değerini arttıran noktalardan biri bence. Roger sahnede onun için bekleyen uzun Nazi komutanı ceketini, güneş gözlüklerini taktı ve "So ya thought ya might like to go to the show.." şeklinde başlayan şarkının ilk sözleriyle bizi 2 saat sürecek muhteşem müzik şöleninin içine soktu. Şarkı, duvara çarpıp patlayan uçak ile sona erdi.


İkinci şarkı olan Thin Ice'ta öncelikle Roger Waters'ın 2.Dünya Savaşı'nda kaybettiği babası olmak üzere savaşta, yok yere hayatını kaybeden insanların kısa bilgileri ve fotoğrafları ekrana yansıdı. Ardından Happiest Day of our Lives başladı. Bu şarkıyla beraber tavandan hepimizin en iyi bildiği canavar öğretmen indi ve gözlerindeki ışıklarla seyirciye doğru kötü kötü bakmaya başladı. Ardından gelen Another Brick in the Wall ile sahneye çıkan çocuklar dans ederek şarkı söyledi. Bu arada bu çocuklar turnenin her ayağında o ülkenin çocukları arasından seçiliyor. Ben de keşke çocuk olsam da o sahneye çıksam diye aklımdan geçirmedim değil. 

Şarkı bitince Roger Türkçe olarak "Hoşgeldiniz! Burada olmaktan çok mutluyum" diyerek herkesin yüzüne gülümseme yerleştirdi. Sonra da Gezi'de hayatını kaybeden Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük ve diğerlerinin resimleri duvara yansıdı. O an stadyum çıldırdı ve "Her yer Taksim, her yer direniş!" sloganlarıyla inlemeye başladı. Görülmeye değer bir andı. Roger "Bu çocuklara bir alkış lütfen" deyip şarkılarını devlet terörü yüzünden hayatını kaybedenlere armağan ettiğinde ise avuçlarımız patlayana dek alkışladık. Bir süre Türkçe konuştuktan sonra "Bu kadar Türkçe yeter" diyerek ana dilinde konuşmaya devam etti. 

Mother

Buraya bir not düşeyim; Her Pink Floyd hayranının izleme hayalini kurduğu bu gösteri, grup hayattayken bir süre sonra yapılmaktan vazgeçilmişti. Bunun sebebi de prodüksiyonun çok pahalı olması ve biletlerin 12 dolar gibi düşük rakamlara satılmasından dolayı grubun büyük zarara uğramasıydı. Roger Waters konuşmasında sıradaki şarkıyı 1980'de Londra'da verdikleri bu konser sırasında çekilen görüntüsü ile çift vokal yaparak söyleyeceklerini açıkladı. Buradaki genç halini "poor, miserable, fucked up little Roger" olarak nitelendirdi ve ikisine şans dilememizi istedi. Böylece harika şarkılardan biri olan Mother başladı. Bu sırada arkadaşım Naz da "bu adam burnunu mu yaptırdı ya, eskiden çok çirkindi" diyerek şarkının ortasında bunu düşünmemize sebep oldu. Sonunda adamın güzel yaşlandığına karar verdik. 


Mother'da ise Pink'in aşırı korumacı, duvarı bir kat daha yükselten annesinin "canavar kuklası" sahnede yerini aldı. O da kırmızı ışıklı gözlerini üzerimize dikerek bizi gözetledi. Sonunda duvarda çıkan Big Brother is Watching you yazısında BR'nin üstü çizilerek M harfi kondu ve Big Mother is Watching You yapıldı. Şarkıdaki en güzel kısım ise "Mother should I trust the government?" sözüne karşılık ekranda çıkan "NO FUCKING WAY" ve "KESİNLİKLE HAYIR" yazılarıydı. Ne yazık ki fotoğrafını çekemedim ve internette de bulamadım. Bu sırada konserde duvar biz fark etmeden örülmeye devam ediyordu. Koyulan her bir tuğlanın üzerine anında projeksiyonla görüntü yansıtıldı. Bu teknolojiyi aklım almadı, sadece adamlar yapmış diyebilirim. 

Bir sonraki şarkı olan Goodbye Blue Sky'da gösterilen görüntülerde savaş uçakları insanlığın üzerine bombalar attı. Bu bombalar elbette bildiğimiz bomba değil, dini semboller, Shell, McDonalds, Mercedes logoları ve dolar işaretiydi. Devamında The Wall filminden görüntülerle birlikte Empty Spaces'ı veya What Shall We Do Now?'u dinledik. Sonrasında duvara yansıyan çıplak kadın resimleriyle Young Lust'u dinlerken konser alanı erkek arkadaşların gözleri ellerimizle kapatmak suretiyle yapılan komikliklere sahne oldu. Şarkı, Pink'in okulundan, annesinden kurtulup rock'n roll hayatına, cinsellik ve uyuşturucuyla dolu günlere başlamasını anlatıyor. Elbette bu günler Pink'in mutlu günleri. Devamında, Pink'in karısının kendisini aldattığını öğrendikten sonra bir groupie'yi otel odasına çağırdığı sahnelerle başlayan One of My Turns şarkısı geldi. Bu şarkıda groupie'nin konuşmalarını bile ezberlediğimi fark ettim. Benim için her şarkıya eşlik edebilmek elbette sadece The Wall ve Dark Side of the Moon albüm konserlerinde mümkün olurdu zaten. Pink bu şarkının sonlarına doğru delirerek odayı dağıtıyor ve kız kaçıyor.


Bir sonraki şarkımız temponun düştüğü Don't Leave Me Now. Sahne karanlığa büründü, Roger oturup karısına onu bırakmaması için şarkı söylerken aslında bu şarkının onu bırakıp giden babasına, aşırı korumacı annesine, onu yükseltip birden uçurumdan aşağı atan şöhreti hedef aldığı söyleniyor. Şarkı sırasında karısının canavar kuklası da sahnenin solunda yerini alıp tıpkı öğretmen ve anne gibi ürkütücü biçimde bize bakıyor. Böylece Pink'in duvarı biraz daha yükseliyor. Duvar neredeyse tamamlanmışken tekrar "fallen loved ones"ın resimlerini görüyoruz.

Fallen loved ones, Roger Waters'ın turne sitesinde hayranlarına yayınladığı mesaj ile başlayan bir proje diyebiliriz. Mesajda Waters hayranlarından savaşta ölenlerin resimlerini kendisine yollamamızı istiyor. Bu kişiler asker olmak zorunda değil, Irak'ta ölen 9 yaşındaki bir çocuk da var duvarda, Hrant Dink de, Uğur Mumcu da. Böylece hem ölenleri onore etmek, hem de ölümlerini protesto etmek istediğini söylüyor Waters. Bir Floydian olan Ali İsmail Korkmaz'ı duvara yansıtarak bunu çok da iyi başarıyor.


Biraz seyircilerden bahsetmek gerekirse; konser boyunca nefes aldırmayan sigara dumanı ve bir yarım akılın sahneye tuttuğu lazer dışında seyirci iyiydi. Ara ara Gezi sloganları atıldı. Yurtdışından gelen birçok izleyici vardı. Özellikle İran'dan sanki otobüs kaldırmışlar (Doruk'un esprisini bir kez de ben çaldım oh). İran demişken, arkamızda bulunan 6-7 kişilik İranlı grup bizi konser boyunca delirtti desem yeridir. İçlerinden 50 yaşlarında bir adam artık ne içtiyse zil zurna sarhoş olmuş ve sürekli sağa sola düşüyor, bağırarak konuşuyor ve herkesi rahatsız ediyordu. Arkadaşları bunu kontrol altına almaya çalışırken konserden bir şey anlamadılar. En son yerlerde yattığını gördük. Hayır yurtdışına konser izlemeye gelmişsin, tadını çıkarsana. Ertesi gün uyandığında hiçbir şey hatırlamayacaksın. Ancak kongrelerde gördüğüm İranlılar'dan sonra insanların eski hayatlarına duyduğu özlem nedeniyle böyle aşırılıklar yaptığını düşünmeye başladım. Düşünsenize normal bir hayat sürerken birden içki içmeniz yasaklanıyor, başınızı örtmek zorunda kalıyorsunuz ve hayatınızın her alanı kısıtlanıyor. İran, ülkemizin geleceği için neden korktuğumuza verilecek güzel bir cevap bence.

1.kısmın son şarkısı olan Goodbye Cruel World'e geliyor sıra. Roger'ın duvarda kalan son tuğla boşluğundan kafasını uzatarak söylediği bu sakin şarkı bir önceki şarkıda sinir krizleri geçirerek etrafı parçalayan Pink'in artık yolun sonuna geldiğini düşündürten, hayatındaki herkese veda ettiği ve intiharın uzak olmadığını anlatan bir ninni gibi. Nitekim son "Goodbye"dan sonra Waters kararıyor, yerine bir tuğla konuyor ve Duvar tamamlanmış oluyor.


Ardından çıkan Intermission yazısıyla ara veriliyor. Bu ara yaklaşık 20 dk süren uzun bir ara. Bu süre boyunca duvara "fallen loved ones" resimleri, hikayeleriyle birlikte yansıtılıyor. Sonunda Roger'ın bizlere bir mesajı yer alıyor:  Bize "kaybettiğimiz sevdiklerimiz"in fotoğraflarını gönderen herkese teşekkürler - onları unutmayacağız. - Roger

Bu arayla birlikte yazının da sonuna gelmiş bulunuyoruz. Biliyorum fazlasıyla uzun ve ayrıntılı oldu ama benim bir günlüğüm yok, bazen yeniden yaşamak istediğim şeyler için blogu açıp okuyorum. Bu yüzden anlamı büyük olan bu konserin her anını sonradan da hatırlamak istediğimden böyle uzun oldu. Bir de belki gitmek isteyip gidemeyenler olmuştur, onlar için de iyi olur diye düşünüyorum. Yarın 1 haftalığına Marsilya+Barselona'ya gidiyorum, döndüğümde yazının 2. kısmını ve eğer şanslıysak geziyi de yazmayı planlıyorum. Geçen yazki İskandinavya turunu bile hala yazmadıktan sonra bunu yazabileceğimi düşünmek biraz hayal gibi gelse de, umudumu kaybetmiyorum.

Lafı çok uzatmadan, dün gece hayatımın en güzel gecelerindendi, iyi ki oradaydım, iyi ki sevdiğim kişiler de yanımdaydı. Keşke babam ve orada olmak isteyen herkes de gelmiş olsaydı, gerçekten unutulmaz bir deneyimdi. Hepinize şimdiden iyi bayramlar diliyor, hoşçakalın diyorum.

9 Nisan 2013 Salı

Lizbon

Eskiden bloguma yazmayınca rahatsız olurdum, biraz daha geçince suçluluk duyardım, ve bunun üzerine mutlaka bir şeyler yazardım. Yazdığımda insanların yorumları beni mutlu eder, bir sonraki yazım için şevk depolardım. Şimdi ise bu aşamayı da geçmiş, yazmaya utanır hale gelmiş durumdayım. Çünkü artık o kadar oldu ki, okuyucular beni unutmuş bile olabilir. Yazıyı listelerinde gördüklerinde "bu kimdi ya?" diyebilir. Ama ben yazmak istedim yine de. Bu yazıyla belki eski günlere geri dönebiliriz, değil mi sevgili okuyucular?

Görüşmediğimiz süre zarfında kimi kongre, kimi de turistik amaçlarla yurt dışına gittiğim oldu. Yazın İskandinavya'da fiyordları içeren bir gemi turuna (yazmayı çok istiyorum, başlamıştım hatta), Lyon'a, Paris'e gittim. Geçtiğimiz hafta da IADS (International Association of Dental Students) Kongresi için Lizbon-Portekiz'deydim.


2.5 yıl önce İspanya'nın Güney'ine gitmiş, Portekiz'in kıyısından dönmüştüm. Elbette gidemediğim her ülkeyi merak ettiğim gibi bu İspanya'nın küçük kardeşi gibi görünen ama farklı bir dile ve kültüre sahip ülkeyi de merak ediyordum. THY ile 5.5 saat süren bir yolculuğun ardından (dönüş ise sadece 3sa 55dk sürdü) Lizbon'a ayak bastık. Ülkeyle ilgili ilk izlenimim biraz - nasıl desem - eski olduğuydu. Zira havaalanında pasaport kontrol bölümü 30 sene önce dekore edilip bir daha elden geçirilmemiş gibiydi. Lizbon sokaklarında dolaşırken binalardan da aynı hissiyatı aldığımı söylemeliyim. Duty Free ise tam bir hayal kırıklığıydı, adeta bir bakkal dükkanı gibiydi. Duty Free demişken o konuda beni en çok şaşırtan ve burada bahsetmediğim yer ise Kopenhag'daki havalimanı oldu. Devasa bir alışveriş merkezi gibi, araba tanıtımlarından (evet araba koymuşlar) tutun şık restoranlara, büyük free shoplara kadar her şeyi bulabiliyorsunuz.

Lizbon Havaalanında bizi karşılayan hiçbir organizasyon komitesi elemanı olmamasına biraz şaşırsak da, haritadan otelimizi bularak yolumuza devam ettik. Otel 4 yıldızlı bir Holiday Inn'di ve ne bundan fazlasını, ne de azını sunuyordu. En iyi kısmı ise iki kişilik odada yalnız başıma kalıyor oluşumdu. Normalde oda arkadaşı tercihi belirtmiyorsanız yanınıza aynı cinsiyetten birini koyuyorlar. Şansıma kimse gelmemiş. Ben, tek kalıyor olmanın verdiği rahatlıkla odaya rahatça yerleştim. İlk gün öğleden sonra 3'te şehre vardığımız için akşam yemeğinden önce biraz gezebileceğimizi umuyorduk. Ne yazık ki işler planladığımız gibi gitmedi ve 20 kadar katılımcıyla birlikte bir alışveriş merkezinde yedikten sonra otele döndük.

                                                                                                     deja-vu

Birinci gün ben Türkiye'deki kongrelerde nasıl giyiniyorsam öyle giyindim; iş kıyafeti ve topuklu ayakkabılar. Fakat katılımcıların hiçbirinin topuklu giymemesini bırakın, organizasyon komitesindekiler bile spor ayakkabıyla gelmişti. Bunu görünce ben de çantamdan babetlerimi çıkardım ve ortama uyum sağladım. Genel Kurul bittikten sonra otelde üstümüzü değiştirip Lizbon'un Boğaz'ının kenarında bir restorana gittik. Adamların Boğaz'ı bizimkiyle, köprüsü San Francisco Golden Gate Bridge ile aynı. Bu arada akşam da gündüz için getirdiğim kıyafetlerden birini giydim. Yolculuğun sonunda bavulumdakilerin yarısını fazla şık geldikleri için giymeden döneceğimi nereden bilebilirdim?

İkinci gün ise kongreden sonra exchange fair vardı. Bu fuarda herkes kendi ülkesinin bayrağını, yiyeceğini, içkisini falan getiriyor ve birbirine ikram ediyor. Amaç ülkeler arası kültür alışverişi. Biz de standımızı gördüğünüz gibi Cumhuriyet Bayramı gibi süsledik. Balonları yere düşürmeyelim de Bayrak Yasası'nı çiğnemeyelim, Hülya Avşar gibi olmayalım diye ekstra özen gösterdik. Yabancılara rakı, lokum, pestil ve kayısı çekirdeği(?) ikram ettik. İlk ikisini anladık da son ikisi nedir diyebilirsiniz, evet o kısmını ne ben, ne de onları getiren arkadaşım pek anlamadık.


Ayrıca yurt dışı kongrelerinin en sevdiğim yanı yeni insanlarla tanışmak ve onların ülkesi hakkında yeni şeyler öğrenmek. Üstelik tanıştığınız insanlarla sadece 4 gün bir arada olacağınız için hemen samimi olabiliyor, çok dürüst arkadaşlıklar kurabiliyorsunuz. Arkadan konuşmak gibi şeylere vakit kalmıyor genelde. Yurtdışına çıktığımda o şehrin/ülkenin mimarisi yerine insanların yaşayışı benim daha çok ilgimi çekiyor. Genelde rehberli turlarla gitmediğim için halkın alışkanlıkları, yaşam kuralları gibi durumları kendim gözleyerek veya oranın insanlarıyla konuşarak öğrenebiliyorum. Bu kongre ise 11 ülkeden farklı insanları barındırmasıyla bu konuda adeta bir cennetti. Örneğin Slovakya'nın Çek Cumhuriyeti ile olan tarihini, dillerinin çok benzediğini öğrendim. Slovakya'daki eğitim Çek'teki kadar iyi olmadığı için bazı Slovaklar diğer ülkeye geçip okuyorlarmış. Zira kongreye gelen 3 Çek delegesinin 2si aslen Slovak'tı. Mısırlı çocukla piramitler hakkında konuştuk. Bir efsaneye göre piramitleri yapan işçiler taşları birbirlerinin üzerine koyarak yapmışlar ve aşağı inmemişler. Yani piramitlerin içinde yüzlerce insan varmış. Pek inandırıcı bir hikaye olmasa da efsaneler Mısır'da çoktur değil mi? Aslına bakarsanız bu çocuk kendi ülkesini anlatmaktan çok Türkiye'yi anlattı. Geçen gün buraya gelmişler, en beğendiği şey ise Portakal-Nar suyu olmuş. Ben nar suyundan nefret ederim, üstelik geleneksel bir içecek falan da değil ama çocuk bayılarak anlattı. Demek ki İstiklal'deki büfelerin vitrine koyduğu meyveler, dondurmacıların şakırdattığı inek çanları işe yarıyor ve turistlerin ilgisini çekiyor. Bunun dışında Romanya'da diş hekimliği öğrencilerinin hasta bakma izni olmadığı için çok az hasta bakarak (sadece kendi yakınları vs) mezun oluyorlarmış. Bizim bir stajda 50 diş çektiğimizi duyunca ağzı açık kaldı çocuğun. Suudi Arabistan'da kadın ve erkek klinikleri ayrıymış, akraban olmadığı sürece karşı cinsten hasta bakmıyormuşsun. Elbette ki bu durum hekimliğin misyonuna, vizyonuna, yeminine, her şeyine aykırı. Ancak onların şöyle bir avantajı var; yaptıkları her türlü kongre ve etkinlik ücretsiz oluyormuş. Çünkü her şehrin bir prensi var ve bu prensler sonsuz maddi kaynaklarının bir kısmını da diş hekimliği öğrencileri için harcamaktan kaçınmıyorlar. Macaristan'ın ise dili fonetik olarak bizimkine çok benziyormuş. Oraya gelen iki kız yazlarını Antalya'da geçirdiği için onlardan ilk duyduğum laf "Bir acılı adana lütfen" olunca çok şaşırdım. Sonrasında "Naber?" "Şöyle böyle" gibi muhabbet etmelerine kulağım alışmaya başladı. Onlar da bana Macarca birkaç kelime söylettiler ve telaffuzumun orijinale çok yakın olmasına hayret ettiler. Bunun dışında Tunus'un aslında ne kadar güzel, egzotik bir ülke olduğunu öğrendim. Seneye yarıyıl kongresi orada, gitmeyi çok istiyorum. Portekiz ile ilgili olarak, dünyanın en eski tıp fakültelerinden birinin Portekiz'in bir şehri olan Coimbra'da bulunduğunu öğrendim. Ayrıca insanları çok rahat, her şeyi geciktiriyorlar. 8'de yenecek dedikleri her yemeği 10'da yedik. Bunun dışında Kuzey Kıbrıs'tan gelen arkadaşlarımız vardı. Kıbrıs hakkında yeni öğrendiğim şey ise şu oldu: Üniversite için bizim sınava giriyorlarmış. Ancak onlarda puana göre tercih olmuyormuş. İlk 10 sıra tıp, sonraki 15 diş hekimliği (sanırım böyle bir şeydi) devamında eczacılık, mühendislik gibi dallara giriyormuş. Toplam sınava giren kişi sayısı 3.000 oluyormuş.

Son gün ise kongreden kaçarak şehri biraz gezme fırsatı bulduk. Öncelikle söylemeliyim ki, İstanbul'a göre bomboş. Zaten ülkenin toplam nüfusu 10 milyon. Özellikle iş saatinde kaldırımlarda insan, yollarda araba bulunmuyor. Metro, otobüs gibi toplu taşıma araçları konusunda fena değiller. Paris ve Londra kadar olmasa da bir metro ağları var ve istediğiniz yerlere rahatça götürüyor. Bizim az vaktimiz olduğundan direkt şehir merkezine, Rossio'ya gittik. Burada biraz yürüyüp lokal mağazalarda hediyelik eşya baktıktan sonra, çok ilginç bir mağaza/tuvaletle karşılaştık. Adı The Sexiest Wc on Earth olan bu tuvalet, bir kağıt markasının dükkanı. İçeriye girince önce bir kasa ve arkasında bir sürü renkli eşya satıldığını görüyorsunuz. Eğer 50 cent verirseniz tuvalet bölümüne geçiyorsunuz. İçeriye girince buraya bayılıyorsunuz, çünküuranın özelliği, fotoğrafta da görüldüğü gibi tuvalet kağıtlarının dışarıda olması. Üstelik hepsi farklı renkli (ve üç katlı!). Tuvalet kağıdınızı SEÇTİKTEN sonra kabine giriyorsunuz. İşinizi hallettikten sonra ise yine bir ilginçlik sizi bekliyor. Tek bir teknenin içine akan 5 musluk var. Dolayısıyla musluğun arkasına geçip ellerinizi o şekilde yıkamanız gerekiyor. 


Mağazadan çıktıktan sonra bir taksiye atlayıp "Boğaz"ın karşı kıyısındaki İsa heykeline gittik. Bu arada taksiciler o kadar İngilizce'den bihaber ki, arkadaşım kırk kez Jesus Christ falan dese de anlatamayınca, sonunda çareyi kollarını açıp heykel gibi durmakta buldu. Sonunda adam "Aa Cristo" gibi İngilizcesinden pek de değişik olmayan bir sözcükle anladığını beyan ettikten sonra bizi götürdü. Daha önce de söylediğim gibi Lizbon'un her yeri bana bir şey anımsatıyordu ve bunlardan biri de Rio de Janeiro'dakinin aynısı olan bu İsa heykeliydi. Biz gittiğimizde hava çok sisli ve rüzgarlıydı, 10 dk durup köprüyle ve muhteremle foto çekildiktikten sonra taksimize binip geri döndük.



Biraz da Portekiz'in yemeklerinden bahsedeyim. Öncelikle okyanus kıyısında oldukları için deniz ürünleri mutfaklarında çok geniş bir yer kaplıyor. Güya bizim ülkemizin de 3 yanı denizlerle çevrili, ama güzel deniz ürünleri yiyebileceğiniz yerler genelde çok pahalı olan restoranlar. İngilizler'in de hastası olduğu -ve fish&chips'te kullandıkları- Codfish (morina balığı)'ten yapılan yemekleri var. Ya şu internetten bulduğum fotoğraftaki gibi yanında haşlanmış tatlı patatesle ikram ediyorlar, ya da kiş gibi bir şey yapıp onun içinde sunuyorlar. Bunun dışında orada yediğim değişik tatlardan biri de ördekti. Ördeği daha önce Paris'te denemiştim, tadı da hoşuma gitmişti ama burada yediklerim büyük parçalar halindeydi ve fark ettim ki kesilmesi imkansız, çiğnemesi zor bir şey. Ah bir ördek olsa da yesem diyecek bir şey değil yani. Orada yediğim en güzel şey ise Picanha denilen, dananın en güzel yerinden yapılan bir et. Nasıl anlatsam bilmiyorum, mangalda pişen yediğiniz en güzel eti düşünün, onu ince ince kesin, hah işte öyle bir şey.




Sonuç olarak Portekiz'deki 4 günümde çalıştığım anların dışında bunları yaptım. Belem Tower'ı, Hard Rock Cafe'yi göremesem de çok güzel anılar ve arkadaşlarla ülkeye geri döndüm. Esas güzel yanı, Ağustos sonunda bu kongrenin aynısını biz İstanbul'da gerçekleştireceğiz. Harıl harıl bunun organizasyonu ile uğraşıyoruz. Misafirlerimize kebap, Boğaz, dansöz, baklava, Topkapı, Sultanahmet'ten oluşan bir Türkiye bombardımanı yapmayı planlıyoruz. Yazıyı okuyan Türk diş hekimi adayı arkadaşlarım için linki de vereyim, tam olsun: www.iads2013.org . Şimdilik benden bu kadar. Yakında tekrar görüşürüz umarım.





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...