29 Haziran 2010 Salı

Cambridge - 1 haftaya yaklaşırken

Cambridge'de 5.günümdeyim. Buraya "bisiklet şehri" diye geldim ama her gün bisiklet sürmekten bacaklarım o kadar yoruldu ki, akşama doğru pedalları zor çeviriyorum. Dolayısıyla günlerim o kadar yorucu geçiyor ki, akşamları bloga yazacak mecalim kalmıyor.

Okula başladım. İlk sabah kalkıp okula gitmek için hazırlanmak çok zor oldu. Çünkü şu anda ne kahvaltımı hazırlayıp elime tutuşturacak bir annem, ne de çantamı çabucak hazırlayıp hızlıca kahvaltı edecek becerim var. Okula vardığımda saat 9:03 falandı, birkaç dakika geç kalmıştım, neyse ki hemen sınıfımı öğrendim - ve içeri girip yerime oturdum.

Seviye belirleme testine göre beni koydukları sınıf E (Upper Intermediate) ve F(Advanced) sınıflarının tam ortası, EF sınıfı. Yani ne Upper, ne Advanced olmuşum. Çoğu zaman (restoranlarda, mağazalarda, herhangi bir seçim anında) kararsız olduğum için hep orta karar bir şeyler seçmeye çalışırım ve sanırım bu burada da kendini gösterdi. Eskiden hep merak ederdim, Advanced sınıflarına ne öğretiyorlar diye, şimdi öğrenmiş oldum ki, "kulağa hoş geldiği için" yazdığımız şeylerin doğrusunu, bildiğimiz gramer konularının diğer kullanış şekillerini öğretiyorlar, çeşitli kültürler (bugün Yehova Şahitleri konusunda konuştuk mesela) hakkında konuşuyoruz, kasetten bir şey dinleyip hızlıca not almaya ve bildiğimiz kelimelerin anlamlarını düzgünce ifade etmeye çalışıyoruz.

Sınıfta 10-12 kişi var ve çoğu koca koca insanlar. Bir tane İtalyan adam var mesela, 68li, bir kadın ise 55li. Benim yaşıma yakın olan yalnızca 3-4 kişi var. Bu yüzden arkadaş edinmem çok zor olacağa benziyor. Neyse ki Pınar var. Onun sayesinde yalnız kalmıyorum, bazen ikimiz, bazen de onun arkadaşlarıyla beraber takılıyoruz.

Öncelikle alışveriş konusuna değineyim. Burası yaz indirimlerinden dolayı o kadar ucuz ki, her şeyde gözüm kalıyor. Ya da şöyle söylemeliyim, buradaki pound etiketlerini beynim sürekli TL olarak algıladığı için, ben öyle sanıyorum. (1 pound=2.30 TL) Kıyafet satan mağazalardan birkaçı, mesela H&M, Primark, bizim Türk pazarlarında bulunan kıyafetleri ütüleyip, askılara koyup satan mağazalar. Ancak her ne kadar üzerinde Türkiye'de üretildiği yazsa da üzerinde 3 pound etiketi varsa, o bluzdan kaçmak imkansız hale geliyor. Ancak birkaç günün sonunda bu mağazalara alışıp, eliniz boş çıkma erdemini gösterebiliyorsunuz.

Mağazalarda, marketlerde size çoğunlukla "Torba ister misiniz?" diye soruyorlar. "Evet." derseniz de küçük mü büyük mü tercih ettiğinizi soruyorlar. Aklıma Türkiye geliyor, markette aldıklarımızı en büyük poşete koyup yanına da "Lazım olur" mantığıyla bir tane boş poşet atmıyor muyuz? Gelin görün ki, burada poşetlerimi biriktirmeye başladım ve yakında ben de çantasında poşet taşıyan "Hayır, istemiyorum."culardan olacağım. Tüm poşetlerin/torbaların üzerinde yüzde kaç geri dönüşümlü olduğu yazıyor, ayrıca evlerin önünde bir çöp, bir geri dönüşüm kutusu bulunuyor ve insanlar ilanlarla, reklamlarla geri dönüşüm yapmaya çağrılıyor.

İngiltere Dünya Kupası'ndan elendiği için herkes üzgün ve bütün taraftar malzemeleri, kıyafetleri, bayraklar, toplar indirimde. Eskiden 15 pound olan bir taraftar tişörtünü şu sıralar 3 pound'a bulabilmek mümkün.

Dün Cambridge'in tarihi yerlerini gezdik. Rehberin anlattıklarını fotoğraflarla birlikte yarın koyacağım ama şimdi söylemek istediğim şey başka. Tur sırasında su almak için bir markete girdik. Aslında marketten çok "bakkal" diyebiliriz. Üç kişiydik, üçümüz de birer su aldık ve ödemek için kasaya gittik. Bakkalın sahibi olduğunu düşündüğüm adam "Beraber mi ödeyeceksiniz?" dedi, biz "Hayır." dedik. Adam bizim dil okulu öğrencisi olduğumuzu anlamış olacak ki, bize ders vermeye başladı. "Hayır, teşekkürler." veya "Evet, lütfen." dememiz gerekiyormuş. Düzgün İngilizce için bunlar olmazsa olmazmış. Hayır sanki suları bedava verdi de teşekkür edeceğiz.

Ayrıca beni internette gören birkaç kişi, "Burada ne işin var, gidip gezsene." diyor. Hayır da sokaktaki bankta mı yatmamı bekliyorsunuz ey insanlar. Sanki 1 haftalığına geldim. Duş aldığım gibi, yemek yediğim gibi eve geldiğimde internete de giriyorum. Sonra dışarı çıkıyorum, bazen de evde oturuyorum. Yaşayıp gidiyorum işte. Neyse.

Bisikletim konusunda şanslıydım. Şöyle ki haftalık 18 pound olan bisiklet kirasını ödemek yerine, ailenin bisikletini kullanıyorum. Yalnız bisiklete bir kilit ve ışık almam gerekti. Üstelik bisikletim en sevdiğim renk olan mor.

Ailemin biraz sorumsuz olması beni rahatsız ediyor. Şöyle ki, onları sadece akşam yemeğinde bulabiliyorum, sabah evde yoklar. Akşam yemeği bir gün 6:30'da yeniyorsa, diğer gün 7:15'te yeniyor. Yani İngiliz tarzıyla hiç alakası yok, nitekim ailem Hintli. Ama odalar güzel ve ev şehir merkezine çok yakın, bu yüzden değiştirmeyi pek düşünmüyorum. Ayrıca önümüzdeki hafta diğer evdeki tadilat bitecek ve oraya geçeceğiz, her şeyin çok güzel olacağını söyleyip duruyorlar, ben de onu bekliyorum.

Bugün de Cambridge University'nin tanıtım günleri vardı. Cambridge University, 31 tane "college"dan oluşan bir üniversite. Tanıtım günü dolayısıyla tüm kolejler ziyaretçilere açıktı ve gönüllü öğrenciler kolej içinde rehberlik ediyorlardı, ben de orada okumak isteyen bir öğrenciymişim gibi broşürlerden aldım ve rehberlerin peşine takıldım. Tüm kolejler Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney Kampüsü gibi, ilginç olan şey ise, oradaki gibi çimenlere yayılmak yasak, hatta yalnızca hocalar çimenlerde yürüyebiliyor. Ayrıca tüm kolejlerde bir adet şapel bulunmakta.

Kilisenin çanları eşliğinde yazımı bitiriyorum. Görüşmek üzere.

28 Haziran 2010 Pazartesi

2.gün

Şu anda Cambridge'de ılık, güzel bir yaz akşamı var. Beklenenin aksine, hava gündüz 30 derecelerde seyrediyor. Adamlar gazeteye bile yazmış, bu aralar hava çok güzel diye. Bizdeki "Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası" gibi bir şey onlar için bu. Evdekiler sürekli "Püf, çok sıcak yandım." deyip duruyor. Ben de diyorum "Bu ne ki, siz sıcak hava görmemişsiniz.".
Otobüs beklerken Daily Mirror almıştım. Ön sayfasındaki fotoğrafta 3 tane aslanın resimlerini çeken, kafesin arkasındaki Alman Milli Takımı duruyor. Başlık şu: "Bakın 3 aslandan kim korkuyor?" (İngiltere Milli Takımı, armasındaki 3 aslandan dolayı bu isimle anılıyor.) İç sayfalarda ise Almanlar'ın "İngiliz bebeleri gelsin de görelim" gibi sözlerine karşılık vermişler. Bildiğiniz ağız dalaşı. Bizde de "Haydi çocuklar, Portakalların suyunu çıkarın" gibi başlıklar atılıyor evet de, bunlar iyice hırslanmışlar belli. Bugünkü maçta da 4-1 yenildiler, o ayrı mesele. Belki de bu akşam sokakların boş olmasının sebebi odur.

Gazetede gördüğüm bir diğer şey ise döviz bürosunun ilanı. Diyor ki, Türk Lirası'nı rakip büronun verdiği fiyattan daha yüksek fiyata satarsak - rakip büronun ismi de var üstelik - aradaki farkın iki katını geri veriyoruz. Hatta dün rakipleri Türk Lirasını daha uygun fiyata vermiş, tabloda onu bile yazmışlar. (Tabi bizim liranın burada rekabet meselesi olması da ayrı güzel, yanımda hiç TL getirmemiş olmam ise benim sorunum.) Başlık ise şu "Ya yenilmeyeceğiz, ya da farkın 2 katını geri vereceğiz.". Bir Türk reklamında hiç böyle kendi eksikliğini açıkça söylenildiğini gördünüz mü? Neyse, iki yurt dışı görünce hemen kendi ülkesini aşağılayan tiplerden olmayayım.

Bu sabah uyanıp kahvaltımı ettikten sonra bisikletimi alıp dışarı çıktım. Dün ev sahibim bisiklet kiralamama gerek olmadığını, o bisikleti kullanabileceğimi söylediğinde sevinmiştim. Üzerinde 3 tane kilit olmasına rağmen hiçbirinin anahtarı yoktu. Bu yüzden ilk amacım bisikletime kilit almak, sonra da bir yere park edip alışveriş yapmaktı. Elimde Pınar'ın bana verdiği haritayla yola çıktım. Ancak nasıl olduysa gitmek istediğim yönün tam tersinde buldum kendimi. Haritayı sokak isimlerinden takip ediyoruz tamam da, neresinin kuzey olduğunu nereden bileyim değil mi? Yosunlara bakayım desen ağaç yok, Kutup yıldızına bakayım desen güneş var. Şehir merkezini bulmak için 1 saat falan uğraştım. Neyse sonunda bir bisiklet garajından kilit aldım.

Alışveriş yapacağım yere geldiğimde o kadar yorgundum ki, eve dönsem mi diye düşünmeye başlamıştım bile. İlk olarak H&M'i gezdim, ama sokak lambasına bağladığım bisikletim çalınmasın diye bir gözüm hep onda olduğundan, pek verimli geçmedi. Sonra Türkiye'de de bulunan Clarie's'e gittim. Türkiye'dekinden çok daha fazla çeşit var. Fotoğraf çekecektim izin vermediler. 5 pound'a kocaman makyaj setleri vardı, ama 5 ton mavi fara ihtiyacım olmadığını düşünerek almadım.


Oradan çıktıktan sonra bir dükkan gördüm, vitrinde "Kapatıyoruz, %75 indirim" yazıyordu. "Hah, biz bunları yemeyiz bilirim ben senin gibileri" dedim ama baktım dükkanda hakkaten bir şey yok. Kapısına da bir yazı asmışlar "Dükkanımız sonsuza dek kapanmıştır. Teşekkür ederiz." diye. Ben de önceki yazıda yazdığım gibi kapanmış bir dükkan görünce üzüldüm ve biraz utandım kendimden. Ama ne yapayım Türkiye'de vitrininde 5 yıl boyunca "Kapatıyoruz, zararına satışlar" yazan dükkanlara alışmışım.

Biraz daha dolaşıp ıvır zıvır aldıktan sonra, öğle yemeği yiyecek güzel bir yer bilmediğim ve çok yorulduğum için hazır yemek alıp mikrodalgaya atayım dedim. Girdim Marks & Spencer'a -buradakilerde sadece kıyafet ve kozmetik ürünleri yok, yiyecek içecek ve döviz bürosu da var.- bildiğimiz et-pilav yemeği gibi bir şey aldım. Eve güç bela geldim, yemek yedim, yattım uyudum hemen.

Akşam yemeğinden sonra, ev sahiplerinin 3 kızı beni ve yeni gelen Cristina'yı dışarı çıkardılar. Bugün kaybolup 5 kez geçtiğim sokakları bir daha görmüş oldum. Eve dönüp biraz oyalandıktan sonra, Cristina'yla evin çok yakınına kurulan lunaparka gidelim dedik. Gittiğimizde saat 9:30du, ama lunapark kapanmıştı. Halbuki geceleri daha güzel görünür lunaparklar. Neyse bari bir cafe'de oturalım dedik. Merkeze bir gittik ki, değil kafe, insan bile yok ortada. Bilmiyorum bugünkü yenilgi yüzünden mi ama çok boştu sokaklar. Bunun üzerine biraz daha dolaşıp eve döndük. Yarın okul başlıyor. Bakalım ne olacak. Yazarım yine.

Haydi, görüşürüz.

27 Haziran 2010 Pazar

Cambridge - 1.gün


Şu anda bu satırları Cambridge şehir merkezine 3 dk. uzaklıktaki evimin çift kişilik yataklı, özel banyolu, şömineli, minibarlı odasından yazıyorum. Bu eve nasıl düştün derseniz, şimdi anlatıyorum;

Güzel geçen bir uçak yolculuğundan sonra, Stansted Havalimanı'na indik. 1 saat pasaport kontrolünden geçmek için sıra bekledikten sonra, UK sınırından girdim. Buradan Cambridge'e giden otobüsler var, ama öyle şehir içi otobüsleri gibi değil, bagajlı magajlı şehirler arası otobüs. Havaalanında baya bir dolaştıktan sonra - toplam 35 kg'ı bulan yükümle ne kadar zor olduğunu tahmin edersiniz- bilet satılan yeri buldum, biletimi aldım, otobüs beklemeye başladım. Yalnız bu arada fark ettim ki insan etrafında ne görürse onu yapıyor. Daha önce "can"e hep "ken" diyen ben, ingiltere'ye adım attıktan sonra "kæn" demeye başladım (anladınız işte).

Otobüs yolculuğunda sürekli ters yoldan gittiğimizi zannetmem bir yana, her arabada şoförün yanında biri olduğunu düşünüyordum. Halbuki o şoförün kendisi. Trafiğin ters yönde olması, bisiklet kullanırken sorun çıkartabiliyor, ama artık sürekli içimden şunu söylüyorum "Yolun solundan git!" Neyse gittik gittiik, sonunda Cambridge'e geldik, dedi şoför, indik. E buraya kadar her şey güzel de, planlarıma göre o an bir taksi bulmam ve elimdeki adresi ona vermem gerekiyor. Ancak etrafta hiç taksi yok. Önümdeki 2-3 Türkle beraber yürümeye başladım, e 50 m gittikten sonra bende takat kalmadı tabi. Yoldan geçen taksilere el ediyorum, hiç biri durmuyor. Neyse ki halime acıyan bir teyze bana taksi durağının yerini gösterdi de kendimi Beşiktaş-Taksim dolmuşu tipindeki taksiye attım. İskoç veya İrlanda aksanıyla - bilemiyorum hangisi hangisi- konuşan taksiciye adresi gösterdim, çok yakın dedi, beni evin önüne bıraktı ve gitti.

Eşyalarımı kapının önüne taşıdım, kapıyı çaldım, kimse açmadı. Birkaç çalıştan sonra kapıyı bir usta açtı. Evet usta. "Ben Virdee'lere gelmiştim ama?" dedim, evet burası, içeri gel dedi. İçeri girdim, bir de ne göreyim, evde eşya yok. Her yer pislik içinde, etrafta boya kokusu var. Adam da şaşırdı, ev sahiplerini arıyor, açan yok. Ben tabi yabancı bir ülkede kalacak yerimi kaybetmiş olmanın verdiği telaşla ne yapacağımı düşünmeye başladım, Türkiye'deki acentamı, okulun acil no.sunu aradım, neyse sonunda esmer tenli, yeşil gözlü, 25 yaşlarında, güzel bir kız gelip beni aldı.

Meğersem bu onların diğer eviymiş. Cambridge'de öğrencilere kiraladıkları 2 evleri varmış. Bir tanesini dekore ettiriyorlarmış, bu süre içinde ben diğer evde kalacakmışım. Böylece en başta söylediğim odaya geldim. Odam eski tipte, ama güzel. Banyom kullanışlı, duşakabin falan var. Ailem ise Hintli, ancak İngilizceleri fena değil. Kızları ise çok iyi konuşuyor.

Türkiye'deki acenta bana demişti ki, "Eve gittiğin ilk gün sana kurallarını, yemek yeme saatlerini söylerler, hatta muhtemelen yazılı olarak verirler, o kurallara uymak zorundasın." Ben de bekliyorum ki bana kurallarını anlatsınlar. Mr.Virdee ise sürekli "Az bi dur, ben sana anlatacağım." deyip duruyor, bu sırada da mutfağı temizliyordu. Sonra eşi de geldi, hepsi gayet güleryüzlü insanlar.

Akşam yemeğini kaçta istediğimi sordular, 6 okay mi dediler, olur dedim. Akşam yemeğine indiğimde hazır salata ve mikrodalgada ısıtılan hazır peynirli makarna koydular önüme, ama bu uyduruk yemeği evde temizlik günü olmasına yordum.

Bana kurallarınızı anlatmayacak mısınız diye sorduğumda, evlerinde öyle bir şey yapmadıklarını söylediler. Bir hafta sonra iki evin de öğrencilerle dolacağını, ancak herkesin tek bir sofrada yemek yiyeceğini anlattılar.

Akşam ise Pınar geldi - o benden 1 hafta önce buraya gelmişti- ve beni gezmeye çıkardı. Akşam 11de yattığımda o kadar yorulmuştum ki, anında uyudum.

Bunlar dün oldu, bugün yaptıklarımı da belki akşama, belki yarın anlatırım, çünkü tek başıma dışarı çıktım ve bisikletimle gitmek istediğim yeri ararken çok yoruldum, biraz dinleneyim. Görüşürüz.

25 Haziran 2010 Cuma

Ve Sonunda..

Geldi çattı. Yarın bir aksilik olmazsa sabah 10:50'de, Londra Stansted Havalimanı'na gidecek uçakta yerimi alacağım. Bütün gün bavul hazırladım. Bavulumun 20 kg sınırlaması olduğu için baya uğraştık. Annem yanında kalacağım aileye aldığı peştemal (evet, hamamlarda giyilen şey), Türk kahvesi seti (bakır, üzerinde el işlemeleri bulunan kahve fincanı, cezvesi ve tepsisinden oluşan takım), 250 gr'lık konserve kutu şeklindeki kahveyi ve lokumları sağa sola sıkıştırmaya çalışırken, ben de hafifletmek için kıyafetlerimden vazgeçiyordum.

Annemin bana aldığı 5'li kek pakedini, paket paket alınmış kişisel bakım ürünlerini çıkartıp el bagajımı da sırt çantam ve el çantası olarak ikiye böldükten sonra, bavulum 21.9 kg'da kaldı. Onu da artık kontuar görevlisinin insafına bıraktık.

Seyahat ütüsünden vazgeçmek durumunda kaldım, çünkü yaklaşık 1 kilo geliyordu. İngiltere'de kimi evlerin çamaşır makinesi bile bulundurmadığını düşünürsek, ütü olmasını beklemek biraz hayalperestlik gibi oluyor.




Acentedeki adam bana "2 pantolon, 1 ayakkabı, 2 tane hırka, birkaç tişört alsan yeter, bi de üstündekiler var tamam işte. Eve internet bağlatma, çok vakit geçirirsin başında." falan dedi ama tabi ben bunları dinlemedim ve bir sürü şey koydum.

Şimdi yatmam gerekiyor, yarın erken kalkıyorum, iyi geceler ve görüşürüz.

18 Haziran 2010 Cuma

Cevapsız -yok yok- Cevabı Bilinemez Sorularım

Hiç kışın yazlık siteler nasıl olur diye düşündünüz mü? Boş ve soğuk bir yazlık, beni her zaman hüzünlendirir. Terk edilmiş evler, uzamış çimler, yaprakları dökülmüş güller, hiç alışık olmadığım görüntülerdir ve beni rahatsız eder.

Televizyonlarda -genelde ShowTv yapar bunu- gördüğüm "70'lerin ünlü sinema oyuncusu, şimdilerde Sıraselviler'de bir bodrum katında yaşam mücadelesi veriyor." haberleri de beni çok üzer. Bir zamanlar o kadar ünlü, zengin olan insanları şimdi öyle görmek içimi acıtır. Belki de kendimi onların yerine koyduğum içindir, bilmiyorum.

Oturduğum semt sürekli büyüyen, yeni sitelerin yapıldığı, yeni mağazaların, restoranların, kahve dükkanlarının, kafelerin açıldığı bir yer. Ancak "tiki" denilen, yüksek gelirli aile mensubu genç insanlar çoğunlukta, dolayısıyla sürekli bir tüketim halindeyiz. Açılan pideciler, kumpirciler genellikle kepenk indiriyorlar. Ve ben, bir hafta önce açık olan dükkanı kapalı gördüğümde, oradan hiç yememiş, ömrüm boyunca da yemeyecek olsam bile üzülüyorum. Orayı açan kişinin kaç para batırdığını, istedikleri kadar çok müşteriyi çekemediğinde ne kadar zarar ettiğini, ne zaman kapatmaya karar verdiğini ve şimdi ne iş yaptığını merak ediyorum. Empatiyi abartmak da bu olsa gerek.


Taksim'de bir teyze var, hiç gördünüz mü bilmem, kızı olduğunu düşündüğüm bir bayanla birlikte İstiklal Caddesi'nde dolaşıp çöplerden kağıt, karton, teneke toplayan, 80 yaşlarında, kambur bir teyze. İşte onu, veya onun yaşındaki çalışan insanları gördüğümde de bir hüzün çöküyor bana. Eğer bir şey satıyorsa alıyorum genelde, ama yapacak başka bir şeyim olmadığını düşündüğüm için üzüntüm geçsin diye şöyle düşünüyorum: "Belki eşine, çocuklarına zamanında çok eziyet etmiştir, dövmüştür onları, belki kendi kendini bu duruma getirmiştir." Evet, bu saçmalığı yapıyorum ve üzüntüm gerçekten geçiyor.

Varsayımlardan bahsetmeyi çok severim. Etrafımdakilere ıssız adaya düşşen yanına alacağın 3 şey grubundan sorular sorarım, mesela "Adriana gelse seni sevdiğini söylese..", "Bir yangın olsa evden kaçarken yanına alacağın..." gibi başlayan sorular.

"Acaba ben bu dondurmayı yiyene kadar, dünyada kaç kişi doğacak?" gibi soruları da çok merak ederim. Küçükken de "Acaba evleneceğim kişi şu anda ne yapıyor?"u düşünürdüm. Ama gerçekten de siz banyo yaparken o anda kaç kişinin daha aynı şeyi yaptığını bilmek ilginç olmaz mıydı?
Bir de başka bir mesele var kafamı kurcalayan. "Şu ana kadar dünyadan kaç tane insan gelip geçmiştir" gibi, "Şimdiye dek kaç para harcanmıştır" gibi. Bu sorularıma biraz olsun cevap alabileceğim bir site buldum, o da şu: http://www.worldometers.info/
Elbette tam rakamları veremese de, tahmini olarak bir şeyler söylüyor ve ben orada değişen rakamları izlerken eğleniyorum.

Bu yazıyı yazarken şöyle düşünmemeniz için dikkat ettim: Bu kız da "ben ne kadar ilgincim, kimseye benzemem, kendime ait fantastik fikirlerle dolu bi dünyam var"ı gözümüze sokmuş. Sürekli "ben" kelimesini okuduğum bloglar hoşuma gitmiyor, bunu yapmayı da hiç istemem. Aslında biraz da tek olmadığımı, sizin de böyle düşünceleriniz olduğunu bilmek, belki yeni sorular duyup onları merak etmek için yazdım.

Görüşürüz. He bi de, acaba bu yazıyı kaç kişi okumuştur?

fotoğraf, çok beğendiğim larafairie'den. şemsiyeliler arasından rastgele seçtim fotoğrafı, onun çıktı.

ek: "Bugün gönderilen blog yazıları" da o sitede varmış. Şu anda,benimkiyle beraber,25.775 tane gönderilmiş. Gazeteye çıkmış gibi sevindim, çorbada benim de bi tuzum oldu. Ha ondan bahsetmeyi unuttum, gizli oy verdiğimizde-tabi şimdiye dek sadece okul başkanlığı seçiminde falan oy verdim- oy sonuçları açıklanır ve mesela "447 oyla A kazandı" denir ya, işte ben de "demek ben olmasam A 446 oy alacaktı." der ve kendimi önemli hissederim. Bu "yarın 1.456.388 aday ÖSS'ye girecek" haberindeki 388. olmakta da geçerli.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...