21 Eylül 2010 Salı

Bayram Tatili

Bu bayramda İstanbul'da kalıp Kavak'tan Paşabahçe'ye, Güzelce'ye, Bostancı'ya giderken (semtlerin bazılarının adını bilmiyor olabilirsiniz, düşünün ne kadar uzaklara gidiyoruz) trafikte bitap düşmek yerine ailecek Altınoluk'a, anneannemlerin yazlığına gittik.

Benim babam çok gezmeyi sevmez. Pazar günü onun için evde yatıp arka arkaya 3-5 tane film izlemektir. Bodrum'daki tatil ona göre şehir merkezine hiç inmeden tüm gün şezlongta uzanmaktır. Ancak bu tatilde nasıl olduysa, çok da iyi oldu orası ayrı, bizi gezdirmeye karar vermiş. İlk gün orada kalıp denize girdikten sonra, ikinci gün arabaya atlayıp Assos'a gittik.

Assos, ufak bir sahil kasabası. Bir tane antik şehri var, burası kasabanın turist merkezi. Şehir bir tepenin üstüne kurulmuş. Oraya çıkan yokuş oldukça dik ve engebeli. Annem, babam ve kardeşim zirveye ulaşana dek kan ter içinde kalırken, ben hiç yorulmadığımı fark ettim ve bunu yakın zamanda İngiltere'de yaptığım gezilerden alışık olmama bağladım. Antik kentte manzara dışında pek bir şey yok. En tepeye kadar çıkıp fotoğraflar çektikten sonra, aşağı inmeye koyulduk. Yokuşta turistlere yönelik hediyelik eşya, havlu, takı toka satan tezgah var. İnerken önümde yürüyen babam birden durdu. Tezgahının yanında oturmuş bir parça ekmek ve zeytin yiyen, 75-80 yaşında bir teyzeye bakıyordu. Yaşlı teyze onun öyle baktığını görünce küçücük ekmeğinin yarısını kopararak babama uzattı ve "Karnın açsa ye oğlum." dedi. Bu tekliften oldukça etkilenen babam teşekkür edip teklifini nazikçe geri çevirdi ve onun bir fotoğrafını çekmek istedi. Teyze "Çekme oğlum abdestim kaçmasın, namaz kılacağım." dedi. Hepimiz teyzenin cana yakınlığından etkilenmiş bir şekilde yolumuza devam ederken annem "Benim memleketimin insanı işte." diyerek kendine pay çıkarmasını bildi.

Buradan sonra arabayı da alıp sahile doğru gittik. Bir jandarma eri bize aşağıda yer olmadığını söyledi, biz de oradaki otoparka park ettik. Bu sırada dışarıda hava o kadar sıcaktı ki, annem sürekli kafamıza su dökmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Bu olayı da hiç sevmem, güneş gözlüğüm ıslanır, tişörtümün içine su girer, zaten nereye döktüğümü de göremediğim için kesin yanlış yerlere dökülür. Her neyse, sahilde bir lokantada oturup çok güzel bir balık tattık, adı sinaritmiş.

Ertesi gün de Cunda Adası'na gidelim dedik. Burası Girit'teki Müslüman Türkler'in Girit elden çıktıktan sonra getirildikleri yermiş. Dar sokakları, şirin evleriyle bir Yunan adasına benziyor. Bir tane eski, yıkık dökük bir kilisesi var, içine girilmiyor. Kiliseye gittiğimizde yalnızca dışını görüp hayal kırıklığıyla oradan ayrılırken, sokağın tam karşısında 8-10 kişinin bir araba etrafında toplandığını gördük. Ne oldu diye oradan birine sorunca, arabanın arka koltuğuyla ön koltuğunun arasına bir keçinin sıkıştığını söyledi. Evet, bir keçi. Oraya nasıl girdiğini, ne yaptığını öğrenemedik.

Kilisenin karşısında da bir tanıdığımızın ev aldığını duymuştuk. Geçen sene eniştemlerle adaya gitmiş olan kardeşim bize evi gösterdi. Kardeşimin anlattığına göre eskiden yıkık dökük olan bu ev, biz gördüğümüzde restore edilmiş, oldukça güzel olmuş. Bu tanıdığın kim olduğunu anlatmak biraz zor, teknik olarak eniştemin eniştesinin kardeşi oluyor. Yıllardır yurtdışında yaşayan bu amca bizi İsviçre seyahatimiz sırasında çok güzel gezdirmişti, oldukça misafirperver ve genç ruhlu biriydi. Bir de eşiyle tanışmıştık. İşte ev onlarındı.

Biz de tabi insanlık hali, içini de merak ediyoruz. Annem elini gözümüze siper ederek camlardan içeri göz atmaya çalışırken birden "Ay!" diyerek geri çekildi. Aynı anda kapı açıldı. Meğer amcanın eşi içerideymiş. Ancak kadın bize evin önünde park etmiş arabayı göstererek "Arabanızı mı almaya geldiniz?" diye sorup, annem de üstüne "Hayır, bu ev Turgut Abi'nin eviymiş de." deyince, anladım ki iki taraf da birbirini tanımamış. Taraflar birbirlerine kendilerini tanırken ben de içimden "Oh şimdi içeri girer bir çay içer dinleniriz." diye düşünüyordum. Ama bir baktık, kadında bizi içeri çağırmak gibi bir niyet yok. En son biz gitmeden "Eh, siz bir dolaşın gelin." demez mi? "E teyzecim oldu mu şimdi, biz zaten kaç saattir dolaşıyoruz, yapacak bir şeyimiz kalmadı geri döneceğiz!" demedik tabi, "Oldu o zaman selamlar." diyerek arabaya doğru yol aldık.

Son günümüzde denize girme hayalleri kurarken iki gündür günlük güneşlik olan havanın bozmasıyla bu hayallerimiz suya düştü. Anneannem akşamüstü Altınoluk'a inme önerisi yapınca kabul ettik biz de. Annem, kardeşim, anneannem ve ben, babamla dedemi evde bırakarak akşamüstü Altınoluk'a gittik. Gümüşçülere, tezgahalara bakınıp birkaç bir şey aldıktan sonra Ayvalık tostu da yeyip dönüş için minibüs durağına yürüyorduk ki, birden havlayan köpek sesleri duyduk. Bir de baktım, 4-5 tane köpek havlayarak son sürat bize doğru koşuyorlar. Annem ve ben köpeklerin yolunda değildik ancak kardeşimle anneannem tam hedefteydi. Anneannem geri çekildi, kardeşim öne, bizim yanımıza gelmek istedi, ancak o sırada iki bacağının arasından geçmekte olan köpeğe takılarak yere kapaklandı. Hemen yanına koştuk, onu bir yere otutturduk ancak yüzündeki acı ifadesinden bunun normal bir incinme olmadığı anlaşılıyordu.

Hemen taksiyle eve döndük ve Zeynep'i Edremit Devlet Hastanesi'ne götürdük. Meğer bileğinde küçük de olsa bir kırık varmış. İşte o günden beri, bacağı alçıda, sürekli yatıyor, annemle ben de ona bakıyoruz. Devamı sonraki yazılara. Uzun süre yazamadım evet, ama vaktim olmadı, ya da üşendim. Daha Cambridge'den bitmeyen yazılarım da var. Görüşmek üzere.

Fotoğraflar: Muhsin Şengün
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...