29 Haziran 2010 Salı

Cambridge - 1 haftaya yaklaşırken

Cambridge'de 5.günümdeyim. Buraya "bisiklet şehri" diye geldim ama her gün bisiklet sürmekten bacaklarım o kadar yoruldu ki, akşama doğru pedalları zor çeviriyorum. Dolayısıyla günlerim o kadar yorucu geçiyor ki, akşamları bloga yazacak mecalim kalmıyor.

Okula başladım. İlk sabah kalkıp okula gitmek için hazırlanmak çok zor oldu. Çünkü şu anda ne kahvaltımı hazırlayıp elime tutuşturacak bir annem, ne de çantamı çabucak hazırlayıp hızlıca kahvaltı edecek becerim var. Okula vardığımda saat 9:03 falandı, birkaç dakika geç kalmıştım, neyse ki hemen sınıfımı öğrendim - ve içeri girip yerime oturdum.

Seviye belirleme testine göre beni koydukları sınıf E (Upper Intermediate) ve F(Advanced) sınıflarının tam ortası, EF sınıfı. Yani ne Upper, ne Advanced olmuşum. Çoğu zaman (restoranlarda, mağazalarda, herhangi bir seçim anında) kararsız olduğum için hep orta karar bir şeyler seçmeye çalışırım ve sanırım bu burada da kendini gösterdi. Eskiden hep merak ederdim, Advanced sınıflarına ne öğretiyorlar diye, şimdi öğrenmiş oldum ki, "kulağa hoş geldiği için" yazdığımız şeylerin doğrusunu, bildiğimiz gramer konularının diğer kullanış şekillerini öğretiyorlar, çeşitli kültürler (bugün Yehova Şahitleri konusunda konuştuk mesela) hakkında konuşuyoruz, kasetten bir şey dinleyip hızlıca not almaya ve bildiğimiz kelimelerin anlamlarını düzgünce ifade etmeye çalışıyoruz.

Sınıfta 10-12 kişi var ve çoğu koca koca insanlar. Bir tane İtalyan adam var mesela, 68li, bir kadın ise 55li. Benim yaşıma yakın olan yalnızca 3-4 kişi var. Bu yüzden arkadaş edinmem çok zor olacağa benziyor. Neyse ki Pınar var. Onun sayesinde yalnız kalmıyorum, bazen ikimiz, bazen de onun arkadaşlarıyla beraber takılıyoruz.

Öncelikle alışveriş konusuna değineyim. Burası yaz indirimlerinden dolayı o kadar ucuz ki, her şeyde gözüm kalıyor. Ya da şöyle söylemeliyim, buradaki pound etiketlerini beynim sürekli TL olarak algıladığı için, ben öyle sanıyorum. (1 pound=2.30 TL) Kıyafet satan mağazalardan birkaçı, mesela H&M, Primark, bizim Türk pazarlarında bulunan kıyafetleri ütüleyip, askılara koyup satan mağazalar. Ancak her ne kadar üzerinde Türkiye'de üretildiği yazsa da üzerinde 3 pound etiketi varsa, o bluzdan kaçmak imkansız hale geliyor. Ancak birkaç günün sonunda bu mağazalara alışıp, eliniz boş çıkma erdemini gösterebiliyorsunuz.

Mağazalarda, marketlerde size çoğunlukla "Torba ister misiniz?" diye soruyorlar. "Evet." derseniz de küçük mü büyük mü tercih ettiğinizi soruyorlar. Aklıma Türkiye geliyor, markette aldıklarımızı en büyük poşete koyup yanına da "Lazım olur" mantığıyla bir tane boş poşet atmıyor muyuz? Gelin görün ki, burada poşetlerimi biriktirmeye başladım ve yakında ben de çantasında poşet taşıyan "Hayır, istemiyorum."culardan olacağım. Tüm poşetlerin/torbaların üzerinde yüzde kaç geri dönüşümlü olduğu yazıyor, ayrıca evlerin önünde bir çöp, bir geri dönüşüm kutusu bulunuyor ve insanlar ilanlarla, reklamlarla geri dönüşüm yapmaya çağrılıyor.

İngiltere Dünya Kupası'ndan elendiği için herkes üzgün ve bütün taraftar malzemeleri, kıyafetleri, bayraklar, toplar indirimde. Eskiden 15 pound olan bir taraftar tişörtünü şu sıralar 3 pound'a bulabilmek mümkün.

Dün Cambridge'in tarihi yerlerini gezdik. Rehberin anlattıklarını fotoğraflarla birlikte yarın koyacağım ama şimdi söylemek istediğim şey başka. Tur sırasında su almak için bir markete girdik. Aslında marketten çok "bakkal" diyebiliriz. Üç kişiydik, üçümüz de birer su aldık ve ödemek için kasaya gittik. Bakkalın sahibi olduğunu düşündüğüm adam "Beraber mi ödeyeceksiniz?" dedi, biz "Hayır." dedik. Adam bizim dil okulu öğrencisi olduğumuzu anlamış olacak ki, bize ders vermeye başladı. "Hayır, teşekkürler." veya "Evet, lütfen." dememiz gerekiyormuş. Düzgün İngilizce için bunlar olmazsa olmazmış. Hayır sanki suları bedava verdi de teşekkür edeceğiz.

Ayrıca beni internette gören birkaç kişi, "Burada ne işin var, gidip gezsene." diyor. Hayır da sokaktaki bankta mı yatmamı bekliyorsunuz ey insanlar. Sanki 1 haftalığına geldim. Duş aldığım gibi, yemek yediğim gibi eve geldiğimde internete de giriyorum. Sonra dışarı çıkıyorum, bazen de evde oturuyorum. Yaşayıp gidiyorum işte. Neyse.

Bisikletim konusunda şanslıydım. Şöyle ki haftalık 18 pound olan bisiklet kirasını ödemek yerine, ailenin bisikletini kullanıyorum. Yalnız bisiklete bir kilit ve ışık almam gerekti. Üstelik bisikletim en sevdiğim renk olan mor.

Ailemin biraz sorumsuz olması beni rahatsız ediyor. Şöyle ki, onları sadece akşam yemeğinde bulabiliyorum, sabah evde yoklar. Akşam yemeği bir gün 6:30'da yeniyorsa, diğer gün 7:15'te yeniyor. Yani İngiliz tarzıyla hiç alakası yok, nitekim ailem Hintli. Ama odalar güzel ve ev şehir merkezine çok yakın, bu yüzden değiştirmeyi pek düşünmüyorum. Ayrıca önümüzdeki hafta diğer evdeki tadilat bitecek ve oraya geçeceğiz, her şeyin çok güzel olacağını söyleyip duruyorlar, ben de onu bekliyorum.

Bugün de Cambridge University'nin tanıtım günleri vardı. Cambridge University, 31 tane "college"dan oluşan bir üniversite. Tanıtım günü dolayısıyla tüm kolejler ziyaretçilere açıktı ve gönüllü öğrenciler kolej içinde rehberlik ediyorlardı, ben de orada okumak isteyen bir öğrenciymişim gibi broşürlerden aldım ve rehberlerin peşine takıldım. Tüm kolejler Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney Kampüsü gibi, ilginç olan şey ise, oradaki gibi çimenlere yayılmak yasak, hatta yalnızca hocalar çimenlerde yürüyebiliyor. Ayrıca tüm kolejlerde bir adet şapel bulunmakta.

Kilisenin çanları eşliğinde yazımı bitiriyorum. Görüşmek üzere.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

İnsan uzakta olunca annesinin kıymetini anlıyor.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...