28 Temmuz 2011 Perşembe

Taksim'deki Klimalı Yerler

İşbu yazı aslında Taksim'de geçirdiğim günü, sanat sergilerini, yeme içme mekanlarını anlatmak üzere yazıldı. Ancak bittikten sonra şunu fark ettim, aslında biz iki sanat aşığı, kaliteli yemek yemeyi seven iki gurme değil, sıcaktan kaçmaya çalışan iki garibandık. Bu yazı da Taksim'deki klimalı yerleri anlatan bir rehberidir. Eğer siz de Taksim'e gidecekseniz, bu yazıdaki mekanları aklınızda bulundurun derim.

Lise 1 ve 2'de, Taksim'e gitmek çok büyük olaydı benim için. Babam ve annem Taksim'i bir cadı kazanı gibi görüyor, oradaki insanların alkol, uyuşturucu ve kumar batağında yuvarlandığını düşündükleri için de oraya gitmemi hiç hoş karşılamıyorlardı. İzin alabilmek için babama 2 gün öncesinden ekstra bir ilgi göstermeye başlıyor, onu bu fikre hazırlamaya çalışıyordum. Taksim gününden önceki akşam ise adeta mahkemeye çıkan sanık gibi büyük bir heyecanla yanına gidiyordum. İsteğimi kendisine ilettiğimde o da bir savcı edasıyla "kimle? kaçta? ne zaman döneceksin?" gibi sorular sorup beni ters köşeye yatırmaya çalışıyordu. Bunlara ne kadar kendimden emin cevap verirsem, mahkemeyi o kadar iyi yönde etkilemiş oluyordum. Sonunda hem savcı hem de yargıç olan babam mahkemedeki iyi halimi de göz önünde bulundurarak kararını açıklıyordu: "Gidebilirsin, ama telefonunu duy ve saat 16.30'da otobüse bin." Zaten arkadaşlarıyla saat 12'de buluşacak olan zavallı 16 yaşındaki ben ise beraat etmiş kadar değil de, tutuksuz yargılanmama karar verilmiş gibi buruk bir sevince boğuluyordum.

Lise 3'te biraz biraz normalleşmeye başlayan Taksim'e gitme ritüeli lise 4'te üniversiteye hazırlanmamla sekteye uğrasa da, İstanbul'da olup üniversite okuyan her öğrenci gibi 1.sınıfta Taksim'in dibine vurmamızla sıradanlaşmıştı. O zamanlar her gün gittiğimiz bu yer artık benim için eski önemini taşımasa da, yine de alışveriş merkezlerine ve Bakırköy'e güzel bir alternatiftir.

Dün yine çok sevdiğim biriyle Taksim'deydik. Aslında önce Mecidiyeköy'de buluşacaktık, sonra plan değişti. İyi ki de öyle düşünmüşüz çünkü Mecidiyeköy'e otobüsle gidip daha sonra metroyla Taksim'e geçmek yaklaşık 45 dk sürdü. Halbuki Taksim otobüsü 1 saat 20 dk.da falan hedefe ulaşıyor. Bundan sonra Taksim'e Taksim otobüsüyle gitmem.

Bu aralar hava çok sıcak olduğundan İstiklal'de gölgeden de olsa birkaç dakika yürümek bizi hayattan bezdirdi. Kendimizi klimalı bir yere atmak istedik. Önce bir yemek yemeye karar verdik ve Tünel'deki Mano Burger'e doğru ilerlemeye başladık. Mano, küçücük dükkanında farklı tatları bir araya getirerek oluşturduğu hamburgerleriyle birçok müdavimi olan ve bunu hak eden bir yer. Bir hamburger fiyatı McDonalds'taki Big Mac menü'ye eşdeğer olsa da buna değer.

Orada otururken karşıdaki bir büfeye takılıyor gözüm. Adı Vitamin World ve sadece taze sıkılmış meyve suyu satıyor. Ve yüz metre uzaktan bile ne yaptığı belli oluyor, çünkü duvar kağıtlarındaki meyve resimleri, tezgahındaki taze meyvelerle istediğini çok basit bir şekilde anlatmış. Yanında ise Karınca var, belki biliyorsunuzdur, Karınca ilginç "şey" satıyor. Bunların hepsi bir tasarım ekibinin elinden çıkma ve gerçekten çok ilginç şeyler çıkıyor. Mısır gevreği kutusu şeklinde kilitli saklama kabı (hırsızların aklına en son gelecek yer), gürültücü komşulardan intikam almak için gürültü CD'si ve yanında kulak tıpaları (ben de geçen gün bizi her sabah Roman havasıyla uyandıran komşudan Anathema ile öcümü aldım), üzerinde beyin resmi olan yüzücü bonesiyle çok renkli, çok güzel bir mağaza.



Bu mağazayı da bitirdikten sonra aşağı doğru yürümeye başladık. Esas amacım arkadaşımı Galata butiklerine götürmekti, ancak bu sıcakta oraya kadar varamayacağımızı anladık. Aşağı yürürken gördüğüm mağazalardan birinde bir tişört vardı. Bu bildiğimiz Hard Rock Cafe tişörtüydü ancak altında "İstanbul" yazıyordu. Mekan İstanbul'a gelmeden bizim ticari zekası tavan yapmış esnafımız tişörtünü bastırmış. Sahi, neden İstanbul'da Hard Rock Cafe yok?




Yukarı yürümeye devam ederken, sağ taraftan gelen ve adeta cennetten inen bir soğuk hava dalgası çarptı yüzümüze. Başımızı sağa çevirdiğimizde bu hayırsever klima sahibi mekanın Arter olduğunu gördük. Daha önce de beraber bu sanat galerisinde bir sergi gezmiştik. Tabi hiç vakit kaybetmeden kendimizi galeriye attık. Bu aralar, Arter'de iki farklı sanatçının sergisi var: Deniz Gül ve Patricia Piccinini. İlk önce Piccinini'nin sergisiyle başlıyoruz.


Böyle sergileri iki boyutlu işlerin sergilerinden daha çok seviyorum. Çünkü insana bir gerçeklik hissi veriyor ve bence, üç boyutlu, gerçek nesneler kullanarak çok daha fazla şey anlatılabilir. Girer girmez gördüğüm üst üste konan yaklaşık 20 sandalyenin tepesine çıkmış yaramaz çocuğun yüzündeki meraklı ve korkusuz ifade de bunu kanıtlar nitelikte. Daha sonra bir odaya giriyoruz. Oda karanlık ve içinde farklı yerlere konulmış yaklaşık 40 tane televizyon var. Duvarlara asılmış tv'ler plazma, ancak yerdekiler tüplü. İlk başta bunun da bir anlamı olduğunu, sanatçının eskiyle yeniyi kombine ederek buna bir anlam yüklediğini düşünsem de (sanat galerisinde insan her şeye bir anlam yüklemeye çalışan insan modeli) sonradan 40 tane plazma bulamadıkları için depodaki tv'leri de kullandıkları gerçeği aklıma geldi. Bu tv'lerin hepsinde, rüzgarda sallanan ağaçların görüntüleri oynuyordu. Hatta yerlerine göre aldıkları ışıklar bile düşünülmüş. Bir yandan duyduğunuz kuş sesleriyle kendinizi ormanda gibi hissetmeniz sağlanmış. Sanatçının bu eserinin adı Plastikoloji ve anlatmak istediği şey teknolojiyle yaratılan doğa görüntülerinin gerçeğinin yerini alabileceği iddialarına dikkat çekmek.




Daha sonra yukarı kata çıktığımızda, "Doğanın küçük yardımcıları"nı görmeye başlıyoruz. Bunlar, sıçana benzeyen, suratlarında şirin bir ifade olan ancak sırtlarındaki kıllarıyla, uzun tırnaklarıyla, garip uzantılarıyla hiç insanlara benzemeyen ve tiksinti hissi uyandıran yaratıklar. Sanatçının gerek insanları gerekse bu yaratıkları gayet gerçekçi olarak heykelleştirdiğini de söylemeliyim. Sergide bu yaratıklar insanlarla, özellikle çocuklarla bir arada yaşıyor. Sarılarak uyuyan çocuk ve yaratık, mutant bir sütanne tarafından emzirilen bebek aklımda kalanlardan bazıları.

Serginin anafikri arkadaşımın söylediği gibi: Bu yaratıklar her ne kadar çirkin görünürse görünsün, insanlarla bir arada, birbirlerine sevgi duyarak yaşayabiliyorlar ve birbirlerinin farklılıklarını yadırgamıyorlar.




Daha sonra en üst kattaki Deniz Gül sergisine çıktık. Kapıdan girdiğimizde sırtı bize dönük 5 tane mobilya gördük. Mobilyaların ön yüzünü görmek için dolaştığımızda, en başa konulan 5 sandalyenin yanında bir tabut, vitrin, gardırop, kapı -ve içinde bir oda - ve bir kasa ile karşılaştık. Hepsinin içinde de sanki bizim göremediğimiz bir insan yaşıyormuş gibi geldi bana. Açıkçası ne anlatmak istediğini anlayamadım, sergi rehberinde ise anafikir şu sözlerle anlatılıyor: Deniz Gül, "5 Kişilik Bufet" metninde, medyadan, sokaktan ve kendi iç sesinden hatırlayabildiği, çoğu belleğin süzgecinde deforme olmuş kelimelerden oluşan bir dilsel hafızayı, 5 mobilyada bedenleşen 5 kişinin sesine ve performansına açıyordu. Sergi bağlamında dilden ve sesten bağımsızlaşarak mekânda yeniden kurulan; ifadesini önce dilde bulmuş olan bir hissiyatı sergi mekânında görünür kılan projenin ana gövdesini, sanatçının yerleştirdiği mobilyalar ve mekâna giydirdiği camlar oluşturuyor. Hey allahım ya. Neyse. Beşinci mobilyanın yanına yaklaştığımda ise burnuma gelen kesif koku yüzünden neredeyse kusacaktım. Kokunun birkaç metre ötedeki masadan geldiğini anlamam uzun sürmedi. Benim masanın ortasında mermer sandığım şey, meğersem orada kaynayıp duran, üstü kaymak olmuş bir sütmüş!




Bakalım bu sütü nasıl açıklıyor sanatçı: "Kamusal alandaki süs havuzlarından esinlenen bu büyük ve yuvarlak masa, ortasındaki haznede kaynatılan ve gün boyu koyulaşıp yoğunlaşan sütün kokusunu diğer tüm mobilyaların üzerine yayarak, mekânı kendi büyüsü altına alıyor." Ah canım ya çok iyi düşünmüşsün gerçekten de bu mu bizi büyüsüne alacak? Allah bilir sergi açıldığından beri orda fok fok kaynayan bu süt, o sergiden aklımda kalan tek şey oldu ve hala aklıma geldiğinde midem kalkıyor, üzgünüm.

Bu süt kokusunu duyduktan sonra koşarak merdivenlerden inmeye başladım. Arkamdan gelen arkadaşımla birlikte sokağa adım atar atmaz geri girme isteğimiz hasıl oldu, zira dışarsı yukarıdaki süt gibi kaynıyordu. Şimdi ne yapsak diye düşünürken karşıda Borusan Müzik Evi'ni gördük ve oraya da girelim dedik.Orada da Madde-Işık adlı bir sergi var. Bu sergi de 5 katın tamamını kaplayan, aralarda korku tüneli gibi koridorlardan geçtiğiniz bir sergi.




Buradan aklımda kalan tek eser, Julien Maire'nin Patlayan Kamera adlı eseriydi. 11 Eylül'den iki gün önce Taliban'a karşı en güvenilir müttefik olan Komutan mesut gazeteci kılığına giren iki El-Kaideli tarafından patlayan bir kamerayla öldürülmüş. Teröristlerin bir kamera kullanmasından etkilenen sanatçı ise bu kameranın çalışmaya devam ettiğini ve son altı yıldır bir savaş filmi çektiğini hayal etmiş. Bu kameranın parçalarının durduğu masanın yanında bir televizyon var ve kesik kesik savaş görüntüleri dönüyor. Güzel düşünülmüş, etkileyici bir eserdi.



Buradan da çıktıktan sonra, yine soğuk bir yer olan İnci'de bir profiterol modası verdik. Yıllardır Taksim'de bulunan İnci Pastanesi, hala eski dekorasyonunu koruyor. Buranın profiterolü meşhur ancak ben buranınkini sevmem, zaten ben yemedim. Ancak orada otururken daha önce görmediğim bir şey fark ettim: üst katta bir yazıhane var ve orada muhtemelen pastanenin 2. veya 3. nesil sahibi olan amca oturuyor.

Buradan kalktıktan sonra biraz da Demirören Avm'deki Virgin'de takılıp, Satürn'deki direksiyonlarla GT5 oynadık ve dağıldık. Yorgun argın bir halde otobüse bindim ve eve geldim. Ne yazık ki evde de boya olduğundan kendimi yatağıma atmak yerine, toparlanıp teyzemlere gittik. Bir yandan yemeğimizi yiyip, bir yandan da Amerika planlarımız hakkında konuştuk. Amerika demişken, çok yakında bu adreste başlayacak olan Amerikan Rüyası yazı dizimi kaçırmayın derim. Görüşmek üzere.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

ya peki ben yazsam "gittik geldik yedik öyle işte ya" şeklinde olacak olan bir geziyi nasıl oluyor da hem faydalı hem de güzel bir yazıya çevirebiliyorsun acaba?

paylaşiyim bunu da insanlar nasiplensin.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...