Kitapları her zaman sevmişti, ancak böylesini daha önce hiç görmemişti.

Harry hem onun yaşlarındaydı, hem de hayalindekinden bile güzel bir dünyada yaşıyordu. Büyüler, baykuşlar, cüppeler, sihirli hayvanlar, süpürgeler havada uçuşuyor, başını döndürüyordu küçüğün. Kitap bitti, yetmedi, bir daha okudu, sonra bir daha.
O günlerde bu çocuk hem sınıfının en başarılı öğrencisiydi, hem bale/modern dans gibi şeylerle uğraşıyordu, hem kendi kendine org çalıyordu, hem resim yarışmalarına katılıyordu, hem de İngilizce tiyatrolarda aksanı en düzgün olanlara verilen sunuculuk görevini üstleniyordu. ÜstleniyorduM.
Evet tahmin ettiğiniz gibi o çocuk bendim. Üstünden 10 sene geçti neredeyse, üniversite öğrencisi oldum. Peki şimdi ne oldu?
Hangi bölümde okuduğumu sorduklarında verdiğim cevaba aldığım "Oo, çok iyi." tepkisini daha önce hiç hesaplamamıştım. Tabi "Ben aslında endüstri mühendisliği istiyordum, hem istediğim yerlerin puanı daha yüksekti." açıklamasını kendime saklıyorum, karşımdaki insanın o an için gururumu okşaması hoşuma gitmiyor değil.
Okuduğum lise, Türkiye'nin oldukça iyi bir anadolu lisesiydi -Adnan Menderes A.L.-. Ancak Bahçelievler'in ücra bir köşesinde, etrafında gençlerin ilgisini çekecek belki de tek şeyin McDonalds olduğu bir yerdeydi. Kulüp çalışması, gezi tarzı şeyleri pek yoktu, hatta sahip olduğu şeyler küçük bahçesine sıkıştırılmış bir kantin, okulun etrafında dönüp duran, ya da okulun jargonundaki adıyla "tavaf eden" öğrencileri ve birkaçı dışında "ders bitse de gitsem" diye düşünen öğretmenlerinden ibaretti.
Ortaokulda hamlanmaya başlayan bünyem, lisede derslerinde sınıfın orta seviyelerine gerilemeye başlamış, müzik kulağı zayıflamış, bacaklarını değil açmak, esnetmeye bile üşenir olmuştu. Üniversitede ise ipin ucu iyice kaçtı. Azıcık koşsam nefes nefese kalıyorum, bacaklarım hemen acımaya başlıyor. Öyle dersler kondu ki önümüze, pratikten 60 aldığımıza sevinir olduk, 40 geçer not sayılıyor.

Halbuki 4 senelik lise hayatım Boğaziçi Endüstri Mühendisliği hayaliyle, çimenlere yatıp uzanacağım, ailemin yanından taşınıp özgürlüğümü kazanacağım, her türlü kulübe katılacağım, piyano çalmayı öğreneceğim, Almanca'mı da geliştirip mezun olduğumda P&G, Unilever gibi şirketlerden birinde oldukça iyi bir maaşla çalışacağım fikriyle geçti.
Liseden mezun olduğum yaz, annemlerle endüstri mühendisliği - diş hekimliği tartışmalarımızın sonu gelmedi. Ailem klinik bilimlere karşı duyduğu ilgiyi, tamamen duygusal sebepleri hatırlatmak sureti ile beni diş hekimliğine, makine mühendisliği isteyen başka bir arkadaşımı (selam Tunç) tıbba yönlendirerek kanıtladı.
Okula başladığımda lisede kurduğum "üniversite yılları" hayallerinin hepsini çöpe atmam gerektiğini anlamam çok uzun sürmedi. Denemedim değil, resim kulübüne katıldım bir kere, mikrobiyoloji anabilim dalında, mikroskop altına konulduğunda kim bilir neler görüldüğünü düşünmek bile istemediğim bir sürü preparatın hemen yanında bize boş birer kağıt verip masanın üstünde duran yeşil saksı bitkisini çizmemizi söylediler. "E ben bunu evde de yapardım." diyerek zaten ulaşımın zor olduğu evime varma çilesini her hafta 1 gün daha da büyütmek istemedim.
Bir de müzik grubu denememiz oldu arkadaşlarımla. 6-7 kişi bir kaç kez stüdyoya giderek aklımıza gelenler arasında en kolay olan Teoman-Rüzgar Gülü şarkısını çalmaya kalktık. Ancak çalışmalarımızı dinleyen dışarıdan birinin hangi şarkıyı çaldığımızı kesinlikle anlayamayacağını fark ettikten sonra daha çok çalışmak yerine koyverdik ve kendimizi boş boş gezmenin kucağına bıraktık. Çok da gezdik gerçekten. Ama boş gezdik.
Artık eskisi kadar kitap da okumuyorum. Okumak istemediğimden değil, kitap yokluğundan. Aksiyon-macera tarzı kitapları okumayı sevmediğimden, evdekileri okumak istemiyorum. Yeni kitap almak için de fırsatım olmuyor, işte paramı ona değil başka şeylere harcıyorum vs., olmuyor işte. Bazen de kitapsızlıktan sıkılıp eski kitaplarıma yöneliyorum.
Bugün de Harry Potter'ı okumak istedim tekrar. Her birini 5-6 kez okuduğum yıllardan bu yana hiç elime almamıştım. 3.sü geçti elime, Azkaban Tutsağı, okumaya başladım. Okurken şunu fark ettim, Harry Potter çocuklar için yazılmış bir kitapmış gerçekten. Ve ben onu okurken zevk almayacağım günün geleceğini anlayıp buna üzülüyorum.
Bu yaz Oxford'a gidip Harry Potter filmlerinin çekildiği Christ Church College'ı gezerken de bunu 19 yaşındaki Görkem'in değil, o sıralar Coca Cola'nın kampanyasıyla bilmem kaç kişiyi "Hogwarts"a yolladığını okuyup deli gibi kapak biriktiren, 12-13 yaşındaki Görkem'in hak ettiğini düşünmüştüm. O taş kapılar, merdivenler, tablolar, bahçeler benden çok onu heyecanlandırırdı eminim ki.
Liseye başladığımdan şu ana kadarki en büyük gurur kaynağım, "daha ölmedik" diye düşünmeme sebebiyet veren şey, Lise 3'ün yazında çevirdiğim kitap oldu. Evet ilk basımının redaksiyonu güme gitse de, bu nedenle bir sürü noktalama hatası ve anlatım bozukluğu barındırsa da bilmemnerenin valiliği için basılan 2. baskısında bu hatalarının düzeldiğini düşündüğüm kitabım, Belalı Misafir. Kitabım diyorum sanki yazmış gibi, hayır Çehov'un hikayelerinden seçmeler işte.
Bu yazıyı "aman kendim diye söylemiyorum küçükken şunu da yaptım, bunu da yaptım." demek için değil, "şimdi niye böyle oldu, ne yapabilirim"i paylaşmak için yazdım.
Aslında umudum hala sönmüş değil, Pınar Fotoğrafçılık Kulübü'ne gidelim diyor, Almanca kursuna gidip fiyat sorduk, piyano hocasından aldığım telefon numarasını hala silmedim. Belki bir gün...