9 Ağustos 2010 Pazartesi

Yağmursuz Bir Gün


Bu söylediğim şu anda Türkiye'de olanlara - özellikle İstanbul garip gelebilir ama sıcağa hasret kaldım. Yağmursuz bir günümüz geçmiyor. Bugünlerde İstanbul ahalisi gerek Facebook'tan, gerek MSN'den gerekse webcam'den "Yandım allaah" nidalarıyla ortalığı çınlatırken, ben evde bile üzerimdeki kapşonluyla oturuyorum. Sabah pencereden bir bakıyorum, hava günlük güneşlik. Ama bunun yanılgısına düşüp ceketimi giymeden evden dışarı çıkıyor muyum, hayır, çünkü 2-3 saat sonra havanın sonbahara döneceğini biliyorum. -bu kısmı bir iki hafta önce yazmıştım.-

İngiltere çok garip bir yer. Aslında bu yaz tek başıma nereye gitsem bunu söyleyecektim muhtemelen. Çünkü öyle bir şey ki, her sabah kahvaltınız hazır değil, size tehlikeli şeyler için izin vermeyecek bir babanız yok, pasaportunuzu yanınızdaki birine teslim edip rahat rahat gezemiyorsunuz. Yemek yapmak, yatıya gelen kız arkadaşlarınızla yapılan domatesli makarnadan ziyade, artık bir ihtiyaç oluyor. Gidip tüm paranızı Waitrose'dan, Marks & Spencer'ın marketinden çilekli truffle'a yatırmak yerine Tesco gibi nispeten ucuz marketlerden 2 tanesi 5 pound'luk mikrodalga yemeklerden alıyorsunuz. Alıyorsunuz ki haftasonu gezinizde maddi açıdan rahat olabilesiniz. Şikayet ettiğimi sanmayın, mikrodalga yemek falan ama çok güzeller bence. (bunu kendimi avutmak için yazmışım belli ki, iki tane zeytinyağlı dolma hüpletince bak bakalım mikrodalga falan kalıyor mu)

Başka neler var, bir düşüneyim. Öğle yemeğimi kendim yapıyorum, bulaşıklarımı kendim yıkıyorum. Ve şimdi annemin neden her akşam yemeğinden sonra mutfağı toplamasının ardından krem sürdüğünü anlıyorum. Suyla uğraşmak ellerinizi kurutuyor çünkü.

Burada misafir ağırlamayı öğrendim. Aile bizim evde kalmadığından, buradaki Türk arkadaşlarım birkaç kez bizim eve geldi. Kebap yaptık, kısır yaptık, cacık falan, bir sürü şey. Tabi kızlar bulaşık olsun, yemeklerin yapımı ve servisi olsun çok yardım ettiler ama sonuç olarak ev sahibi olarak sorumluluk benim üzerimdeydi.

Geçen gün eski ev arkadaşım Cristina geldi. Hemen iki dakikada tortellini pişirip soslayıp koydum önüne. Geçen gün de burada tarifini uydurduğum -tarifi yok aslında, her şey hazır- muzlu nutellalı fıstık ezmeli krepten yaptım, bana dedi ki "Ben bunu yiyemem." "Aa" dedim, "Niyeymiş ki, sevmiyor musun?". Cevabı beni çok şaşırttı "Her gün bana bir şeyler ikram ediyorsun, ben bunu kabul edemem.". Haydaa, kızım sen bir Türkiye'ye gel de bak annem sana neler yediriyor, bu ne ki? Ben de kıza bunun bizim ülkemizde normal bir şey olduğunu, Selinle - ailenin diğer evinde kalan yakın arkadaşım - birbirimize sürekli bir şeyler ikram ettiğimizi ve bize göre bunun zaten böyle olduğunu anlattım. Peki dedi yedi garibim. Zaten buraya geldiğinden beri ailesiyle hiç konuşmadı, bir tek geldiğini haber verdi, o kadar. Hiç mi merak etmiyorsun kızını, bari bir mesaj at, yok.

Şimdi havalar böyle serin ve yağmurlu olunca ben tabi bir kaç kez hasta oldum. Çok ciddi şeyler değil, burnum tıkandı boğazım kaşındı. Bir tanesinde ateşim çıkar gibi oldu, o gün kendime bir güzel baktım, ıhlamur, çorba, minoset, uyku derken ertesi gün sağlığıma kavuşmuştum.

Her yere bisikletle gidip geliyorum. Arabanız gibi oluyor, park yeri arıyorsunuz, kalabalık günlerde park edecek yer bulamayınca etrafta birkaç tur atıyorsunuz, sonra çıkan birini gördüğünüzde hemen onun yanında pusuya yatıyorsunuz, bisikleti oraya kilitleyip şöyle bir kilidi kontrol ettikten sonra işinizi halletmeye gidiyorsunuz. Dönüşte elinizdeki poşetleri sepetinize koyup rahat rahat evinize gidiyorsunuz.

Ben İstanbul'da öyle akşamları, geceleri dışarı çıkan tiplerden değilim. Şimdi oraya gidince tabi elinizde sonsuz bir özgürlük var. İstesem Eurostar'a atlar Paris'e giderim, bizimkilerin ruhu duymaz. Ama işte o iş öyle değil. Bir kere yanınızda has arkadaşlarınız, güvenilir tanıdıklarınız yok. Bir grupla gece dışarı çıksan, oradaki kimse, hani hiçbir erkek, seni gece eve bırakmayı teklif etmez, sen söylesen de götürmez muhtemelen. O yüzden saatini ona göre ayarlayacaksın. Orada tek başınasın çünkü. Başına bir şey gelse arayacağın kimse yok.

Yani ben bu gezide ilk kez tek başıma yaşadım. İlk kez kendime baktım. İlk kez okula tek başıma hazırlandım, geç de kalmadım. İlk kez misafir ağırladım, ilk kez çamaşır yıkayıp -tamam makine yıkadı ama- ütü yaptım. İlk kez hiç bilmediğim bir şehri tek başıma keşfettim. İlk kez kendimle bu kadar başbaşa kaldım. Galiba ben, hatta eminim ki, bu tatilde büyüdüm.

Bu arada dün İstanbul'a döndüm. O da ayrı bir hikaye, haydi görüşürüz.

not: uzun zamandır yazamıyorum, artık eve döndüm, gezilip görülecek yeni yer yok, sıcak zaten, kalanları buradan anlatırım.

3 Ağustos 2010 Salı

İngiltere'nin Denizi

Geçen haftasonu Türkiye'den çok yakın arkadaşım Naz -o da Londra'da bir dil okulunda- bizim eve kalmaya geldi. Cumartesi günü 4 kız İngiltere'nin sahil şehri Brighton'a gittik. Buradan Londra'ya gittik, oradan metroyla başka bir istasyona geçtik, oradan da Brighton trenine bindik, baya uzun ve zor bir yolculuk oldu yani. Direkt giden otobüsler de vardı ama tren biletini 4 kişi aldığınız zaman fiyat yarıya iniyor, o yüzden treni tercih ettik.


Brighton'a vardığımızda istasyonda bedava dağıtılan haritalardan almaya gittik. Danışma masasına gittiğimizde bir de baktık, sadece 3 tane kalmış. Oradaki görevli bayanın masasında da bir 10-15 tane var. Selin onun yanına gidip bir tane harita rica etti, kadının cevabi "Lütfen sıraya girin" oldu. Sira dediği 10-15 kişilik, herkesin işi 10'ar dk. sürüyor. Hayır alt tarafı bir tane harita vereceksin, uzansam masanın obur tarafından ben de alırım yani o kadar yakında duruyor. Neyse sonunda diğer yolcular da isyan etti de kendisi lütfedip haritalari koydu.Londra seferimizde yanimizda olup bize rehberlik eden Pınarcığım bu gezide yanımızda olmadığından ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Haritada gözüken en yakın müze olan Oyuncak Müzesi'ne gidelim dedik. Müzeye girmemizle çıkmamız bir oldu, çünkü hayal ettiğimiz gibi ilgi çekici oyuncaklar yerine tahtadan trenler, arabalar vardı ve giriş paralıydı.

Dışarı çıktığımda şunu fark ettim, burası şimdiye dek gördüğüm hiçbir İngiliz şehrine benzemiyordu. Denize kadar devam eden yokuşu - Cambridge'de hiç yokuş yok, bisiklet kullanırken çok rahat oluyor -, yanınızdan geçen arabalardan yabancı plakalı olan birkaçının direksiyonunun doğru tarafta oluşu - başka bir şehirde bunu görmedim- , beyaz evleri, parklardaki martıları, Taj Mahal'e benzeyen Pavillon'u, parlayan güneşi ve tabi ki denizi, yani okyanusu ile İngiltere'den değil de Kıbrıs'taymışsınız gibi hissettiriyor.

Tren istasyonu ile deniz arasındaki yokuştan inmeye başladık. Biraz gittikten sonra karşımıza dükkanlar çıktı, ama öyle bildiğiniz ünlü markalar falan değil. Plakçılar, 2. el kıyafet ve eşya satan mağazalar, el yapımı şapkalar, tokalar, cam şişelerden küllükler, bardaklar yapan dükkanlar var. Buralara dönüşte geliriz diye şöyle bir bakıp geçtik, bu memlekette dükkanların en geç 6'da kapandığını unuttuk tabi, o dükkanlara bir daha giremedik.


Tarihi eser olarak yalnızca bir tane sarayları var, Royal Pavillon. 19. yüzyılda Kral George zevk-i sefa sürmek için, yazlık saray olarak yaptırmış. Deniz kenarı olduğu için o sıralar sosyetenin gözde sayfiye yeriymiş. Ama sarayın içine girmedik; hem biletler 10 pound'du, hem de çok sıra vardı.

Oradan sonra Brighton'ın en büyük atraksiyonu olan Brighton Pier'e gittik. Pier, kıyıdan denizin birkaç yüz metre içine kadar uzanan devasa bir iskele. Üzerinde koskocaman bir atari salonu ve lunapark var. Lunaparktaki oyuncaklar da okyanusun tam kenarına kurulu. Bu yanda gördüğünüz oyuncak en uçta duruyor ve o iki kol dönüyor. En tepedeyken de takla atıyorsunuz. Denizden yüz metre yüksekte denize tersten baktığınızı ve uçtuğunuzu düşünün. 7 tur atıyor ve indiğinizde dengenizi bulmanız biraz zaman alıyor. Selin'in ısrarlarıyla bindiğim bu oyuncakta geçirdiğim 3-5 dk'dan sonra yere indiğimde artık daha cesur bir insan olmuştum, ciddiyim.

Brighton'daki 5 saatimizi de Pier'de geçirdikten sonra saatimize baktığımızda fark ettik ki ne dükkanlara bakmaya, ne de bir oyuncağa daha binmeye vaktimiz var. Koşar adımlarla istasyona gidip trenimize bindik. Trenle 2 saat 40 dk. süren yolculuktan sonra evimize vardık. Cambridge de olsa insanın evi gibisi yok tabi.

Hep gittiğim yerlerden bahsediyorum, biraz da okuldan bahsedeyim, şöyle bir gelişme oldu, EF2 sınıfından (upper-advanced arası) F'e (advanced) yükseldim.

Şimdilik bu kadar, bu haftasonu da Oxford'a gitme planımız var. Görüşmek üzere.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...