15 Ağustos 2014 Cuma

Develer Tellal İken


En çok gitmek istediğin yer neresi diye sorsalar, Bora Bora'yı, Yeni Zelanda'yı, Porto Riko'yu söylerdim. Biraz daha normalleştir deseler Avrupa'da henüz görmediğim Ljubljana, Viyana, Edinburgh gelirdi aklıma. Ama hayatımda hiç gitmeyi düşünmediğim bir yere gidip bu kadar mutlu döneceğim hiç aklıma gelmezdi. Meğer yeni bir yer gezerken tek mutlu olunacak şey herkesin duvarında posteri olan birkaç yapı görmek, Hard Rock Cafelerin önünde fotoğraf koleksiyonu yapmak, vanilyalı veya vişneli Coca-Cola içmek değil, haritası bile olmayan yerlerde hiç yapmadığınız şeyler denemek ve o ülkedeki kültürü dibine kadar yaşamakmış. Şimdi izin verirseniz size son seyahat destinasyonumu anlatmak istiyorum: Tunus geliyor.


Ana konusu seyahat olan bir bloga yaklaşık bir senedir yazı yazmıyor oluşumu, buraya girmediğim Norveç fiyortları cruise turunun, İtalya seyahatinin, New York gezimin üzerine şöyle bir yutkunup yepyeni bir sayfa açıyorum. Çünkü burası kesinlikle anlatılmaya değer bir yer. Önce biraz arka plan bilgisi vereyim. Görüşmediğimiz zamandan beri International Association of Dental Students Yönetim Kurulu'na seçildim. Tunus'a gitme sebebim de bu birliğin Yarıyıl Toplantısı'na katılmaktı. 2 Mart günü bu işlerdeki ortağım ve yakın arkadaşım Sina'yla Afrika kıtasına gitmek üzere yola çıktık. 




Tunis şehrindeki Carthage Havalimanına indiğimizdeki ilk izlenimim, buranın gerçekten bir Afrika ülkesi olduğuydu. Hayır insanların renklerinden değil, hayır sıcaklıktan da değildi bu izlenim. Böyle düşünmemin sebebi Pasaport sırasında her şeyin yalapşap, güvenlik kontrolünün sıfır ve havalimanının genel durumunun Esenler Otogar'dan hallice olmasıydı. Nitekim sınırdan geçip havalimanının içine girdiğimizde de buraya son 20 yılda yapılan tek değişikliğin uçak kalkış inişlerini gösteren elektronik tabela olduğunu fark ettim. Kapının hemen dışında bizi karşılayan tanıdık bir yüz, canım arkadaşımız Malek bizi alıp deniz kenarında güzel bir kafeye götürünce olumsuz fikirlerimizi bir kenara koyup sohbete daldık.

Havalimanında elimizdeki dövizi Tunus Dinarı'na çevirdik. 1 dinar yaklaşık olarak 0.5 euro yapıyor. Malek kullanacağımız kadar paranın hepsini çevirmemiz ve makbuzu kaybetmememiz konusunda bizi uyardı. Bunun sebebi her yerde döviz bürosu bulunmaması ve elimizde kalan dinarları geri çevirmek istediğimizde bunu makbuzsuz yapamayacak olmamızdı. Tunus'un ülkeye döviz giriş çıkışı konusunda sıkı bir denetimi var ve örneğin yurtdışında bir yere para yollamanız gerekiyorsa bunun için bankadan kurul kararı çıkması gerekiyormuş.


Otele vardığımda odam temizlenmekteydi. Housekeeping teyze televizyonu açmış işini yapıyordu. Selamlaştıktan sonra herkes işine baktı, ta ki o tanıdık müziği duyana kadar. Dıtdıtdınının notalarını görüp kafamı çevirmemle Kanuni'nin sakallarıyla karşı karşıya gelmem bir oldu. Kadına Türk bunlar, izliyor musun dediğimde hayranlıkla harim sultan diye arapça bir şeyler anlattı. Dizinin ilerleyen bölümleriyle ilgili ona spoiler vermeye çalıştıysam da hiç İngilizce bilmediği için başarılı olamadım. İngilizce bilmiyor dememe bakmayın, teyzem elbette ki ana dili gibi Fransızca konuşuyordu, ülkedeki diğer herkesin yaptığı gibi. Arapça konuşulan diğer ülkelerle, örneğin Mısırlılarla çok iyi anlaşamıyorlar, çünkü çok fazla Fransızca kelime kullanıyorlar. Bunu İngilizce konuşurken de yapıyorlar ve bazen Türkçe'ye geçmiş olan kelimelerden ne demek istediğini çıkartıyorsunuz. Dipnot olarak söyleyeyim, Tunus uzun yıllar Fransız sömürgesi olarak kalmış ve 1956 Yılında bağımsızlığını elde etmiş. Ayrıca Türkiye'yi çok seviyorlar. Bir zamanlar Osmanlı toprağı olmalarının etkisi olması muhtemel, ancak Türk dizilerinin de pabucunu dama atmamak lazım.


O günkü programımız Tunis'ta konaklayarak ertesi gün Güney'e inmekti. Bu, kongreden önce yapılacak ve genel kurul, lecture, workshop gibi bir aktivitenin olmadığı, yalnızca sosyal program içeren 2 günlük pre kongrenin bir parçasıydı. O sabah Türkiye'den arkadaşlarımız Hülya ve Mehmet de aramıza katıldı ve otobüsümüze binerek yola çıktık.
Ben, Sina, Hülya, Mehmet

                                        
                                                    


 Afrika'da havanın çok sıcak, her daim güneşli olduğunu düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz çünkü o gece ve ertesi gün 9 saatlik otobüs yolculuğumuz boyunca hava sürekli açıp kapadı, deli gibi yağmur yağdı, şimşek çaktı ama sağ salim ilk durağımız olan Tozeur'da kalacağımız yere vardık. Burası sezonunu henüz açmamış bir tatil köyüydü. Antalya'daki 3 yıldızlı, biraz eski yüzlü otelleri andırıyordu. Oraya 11'e doğru vardığımızda yalnızca bizim için hazırlanmış olan açık büfe ve belki de uzun zamandır ilk kez işe gelmiş olan ahçı ve garsonlar bizi bekliyordu. Hemen bir şeyler yiyerek akşamki tatil köyü diskosu programını atladık ve odamıza gittik. Pis banyoda hiçbir yere dokunmadan duşlarımızı aldıktan sonra yorgunluktan ölen zavallı oda arkadaşım Hülya yatağını açıp uykuya dalmaya hazırlanıyordu ki "DUR!" diye haykırarak onu engelledim. Bunun sebebi, konu yatacağım yer ve yiyeceğim yemek olduğunda her türlü kılı bulmaya programlı kızılötesi gözlerimin tespit ettiği 5 adet yarım ay şeklinde erkek kılıydı. Hemen resepsiyona telefon etmek için ahizeyi elime aldım ve bildiniz, telefon çalışmıyordu. Tabana kuvvet yürüdüğüm Resepsiyondaki adamın isteğimi yanlış anlayarak getirdiği iki battaniye, bir grup çarşaf ve yastık kılıflarından sonra ortak bir paydada buluştuk ve odamızı değiştirildi, daha temiz, daha güzel bir odaya geçmiş olduk. 

                                      
Kader arkadaşım Hülya
                                                     





Ertesi gün oldukça heyecanlı bir gündü, çölde safariye çıkacaktık. Bizi almaya gelen beyaz Land Roverlara 6'şar kişi bindik ve yepyeni bir dünyaya doğru yola çıktık. İlk başta içinden geçtiğimiz mahalleler, tek katlı küçük evler zamanla yerini toprak yollara, en sonunda da kuma bıraktı ve yaklaştığımızı anladık. Bir noktada artık etrafımız rüzgarın etkisiyle oluşmuş kum tepeleriyle süslü uçsuz bucaksız bir kum denizine döndü ve artık emin olduk, o an Sahara'daydık. Bir süre sonra jiplerimiz bir kum tepesinde durdu ve inmemize izin verdi. Yere adım attığımda yaptığım ilk şey kuma dokunmak oldu. Hani bir kap una elinizi soktuğunuzda oynamak çok hoşunuza gider ve anlamsızca elinize alıp bırakırsınız ya, işte çöl kumu da bende bu hissi uyandırıyordu. Tek eksisi etrafta çok rüzgar olması ve kumun vücudunuzdaki her kıvrımda yerini almasıydı. Sahilde kumun üstüne oturup kale vs yapmayı sevenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır ;)






                                                               

Çölle ilk karşılaşmamız sonrasında herkesin aklına aynı soru gelmişti. "Ya suyumuz biterse?" Daha yarım saat önce otelden ayrılmış olduğumuz için elbette bu sorun psikolojikti. Ancak muhtemelen bu etkiyi tahmin etmiş olan organizatörlerimiz otobüste yapmadıkları bir şey yaparak bizlere şişe su dağıttılar. Çekilen tekli, çiftli, çoklu yüzlerce fotoğraf kombinasyonundan sonra yeni durağımıza gitmek üzere jiplerimize bindik.


Mükemmel!
                                                            
                                                        Mükemmel!                                         


Sıradaki durağımız birçok arkadaşımızın bize Türkiye'den kıskançlık nidaları yollamasına sebep olacak olan Tattoine'di. Bildiğiniz gibi burası ilk Star Wars filminin çekildiği yer ve stüdyo aynı şekilde korunmuş. Daha önce Los Angeles'taki Universal Studios gibi yerlerde de dünyaca ünlü filmlerin çekildiği yapay stüdyolar var, ancak her yerden bu filmlerle ilgili görseller, müzikler ve hediyelik eşyalar fışkırıyor ve elbette bunlara ulaşmanın bedeli de yüksek oluyor. Tattoine ise ıssız bir çölün ortasında, içinde ufak birkaç hediyelik satan iki üç kişiden başka kimsenin bulunmadığı bir yerdi. Dünya üzerinde belki de en çok hayranı bulunan serinin mabedi sayılacak bu yerin üzerine dev şirketlerin atlamamış olması açısından sevindirici, ancak başıboş kalmış olması da pek iyi sayılmazdı. Oxford'daki Hogwarts atmosferini koklamış Harry Potter'cı bünyeme burası çok fazla etki etmedi ancak yine de yüzlerce foto çekmeyi ihmal etmedim.
Bu arada fotoğrafları anında sosyal medyaya yükleyebiliyorduk çünkü 15 dinara havalimanından 2GB internet almıştık. Çölde internetin çekme hızı da İstanbul'un göbeğindeki okulumuzun 5.katındaki yavaşlıktan çok farklı değildi.



Bu kadar kumdan sonra biraz mekan değişikliği yaparak çölün ortasında bir vahaya gittik. Burası Grand Canyon gibi doğal etkiler tarafından oyulmuş dağ taş ve küçük şirin su birikintilerinden oluşan bir yerdi. Fotoğrafta gördüğünüz minik gölete ucundan parmak uçlarımı sokup bir kenara çekilmiştim ki grubumuzdaki en sivri zekalı arkadaşın suya atlaması bir oldu. Onu yaklaşık 10 kişi takip etti ve bu şirin ama çamurlu suda bir süre hipopotam gibi güreş yaptılar, yüzlerine çamur sürdüler. Kenardan izlemesi oldukça keyifli olan bu kepazeliğin ardından vahada bir süre daha dolaştık, ne olduğunu bilenler etraftaki hurma ağaçlarından bolca hurma toplayıp yediler(ben sevmediğim için yemedim). Vahadaki kafede bir süre oturup dinlendikten sonra jiplerimiz bizi medeniyete geri götürdü. Öğle yemeğinin ardından otobüsümüze binerek başka bir maceraya doğru yola koyulduk. 





Sıradaki etkinlik fayton turuydu. Bizim Büyükada'dakilerden bir farkı olmayan faytonlarımızla ufak bir tur yaptıktan sonra bir tür palmiye ormanına girdik. Burada fayton sürücülerinden biri 10 metrelik bir palmiyenin tepesine çıplak ayak çıkarak ufa bir gösteri sundu. Gruptaki Survivor Taner ruhlu arkadaş da onu taklit etmeye çalıştıysa da üç metreden sonra pes etmek zorunda kaldı.

Bu kadar yorgunluk ve kumun ardından otele gidip uyumamızı bekleyebilirsiniz belki ama olaylar o şekilde gelişmedi. Bir öğrenci kongresinin olmazsa olmazı akşam yemeği ve gece programlarıdır ve bu konuda organizatörler bizi hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Akşam yemeğinden önce bize verilen 1.5 saatte azıcık kestirip, duş alıp giyindik ve tekrar otobüse doluştuk. Otobüs bir süre sonra kale görünümlü bir yerin önünde durdu. Otobüsten indiğimde kapıyla aramda bir atlı süvarinin durduğunu gördüm. İçeri girmenin tek yolu atın kafasının altından geçmekti ve bir sürelik tereddüdün ardından diğer herkes gibi ben de öyle yaptım.


İçeriye girdiğimizde bizi bir müzik grubu karşıladı. Burası belli ki tamamen turistlere özgü dizayn edilmiş bir yerdi. Hani güneydeki tatil köylerinde turistlere yönelik saç örgüsü, bilezik vs standları kurulur ve biz yerliler onlardan hiçbir şey satın almayız ya, işte Tunus'ta olduğum süre boyunca kendimi saçını küçük küçük ördüren, eline hint kınasıyla dövme çizdiren, akşamları animasyonda sahneye çıkan bir Rus turist gibi hissettim. Hediyeliklere bir sürü para verdim, adımın Arapça yazdığı bileklik satın aldım, bazen kazıklandım, bazen de pazarlık yaptım. Bunları yaptığıma pişman değilim, ama bu yaz yine otelde oryantal kursu alan yabancı kadınlara enayi gözüyle bakmaktan geri kalmayacağım.























                                               
Kısa süreli müzik gösterisinden sonra ilerlemeye başladık. Biraz ileride girdiğimiz kulübede yaklaşık on tane kadın ayrı bir köşeye oturmuş bir şeyler yapıyordu. Tek tek yanlarına gittiğimde hepsinin geleneksel bir işle uğraştığını gördüm. Kimisi halı dokuyor, kimisi bazlama benzeri ekmekler pişiriyor, kimisi sepet örüyordu. Teyzelerden bir tanesi benden yanına oturmamı istedi. İçimdeki zapt edemediğim Rus turist hemen dediğini yaptı. Teyze yün bir yumaktan sopa üzerine ip sarıyordu. Elindeki sopayı bana verdi ve aynısını yapmamı istedi. Ben de Türk kızlarının hamaratlığını, becerikliliğini pek göstereMEDİM.


Sonrasında yemeğe geçtik. Yemekte önce çorba, ardından bir salata tabağı (salatayı yemeğin yanında değil yemekten önce yiyorlar), ardından Kuskus (bildiğiniz ince bulguru haşlayıp üzerine et veya tavuk, patates koyuyorlar), en son da tatlı ve portakal geliyor. Geliyor diyorum çünkü genelde bütün yemekler bu şekilde geçti. Biz yemeği yerken bir yandan sahnede gösteriler yapılıyordu. Darbukacılar, kafa ütüleyen zurnalar, dobiş dansözler geldi gitti, en son sahneye etekli bir erkek dansçı çıktı. Hafif efemine olan bu abi kafasında 5 kat, her katta 4 kola şişesi olan bir düzenekle baya bir dans etti. En sonunda oryantal havalar çalmaya başlayınca biz seyirciler dans pistine çıktık. Tabi bir Tunuslu kızlar, bir de biz Türkler göbek atmayı bildiğimiz için Avrupalıların şaşkın bakışları eşliğinde parmak şıklatmalar, kendi aramızda alnımıza para yapıştırmalar ve bunu gören Batılıların coşkulu alkışlarıyla, başarısız göbek atma denemeleriyle eğlenceli bir akşam geçirdik.

                                              




Ertesi günümüz yine çöllerde geçeçekti. Bu sefer Douz diye bir yerde yine yeni bir şey yapacaktık: deveye ve quad'a binme. Çöldeki tek sorun sıcak veya ıssız olması değil. Esas sorun rüzgarla birlikte kalkan kumun ağız burun demeden her yerinize hücum etmesi. Bu yüzden filmlerde gördüğümüz haramilerin yüzleri ve kafaları hep aynı şekilde kapalı. Neyse ki oradakilerin yardımıyla ben de kendime böyle bir şey yaptım, güneş gözlüklerini de takınca her şey daha aydınlık oldu. 

                                                         
                                                            Devemle "Sahara'nın Kapısı"ndan girerken

Bu arada deve denilen hayvan dünyanın en yavaş ve değişik hayvanlarından biri sanırım. Yürürken garip garip sesler çıkarıyor, ağzı köpürüyor, dakika başı kakasını ve çişini yapıyor(yürürken evet), yandaki devenin, hmm, hah genital organlarına sataşıyor (bunu yapan benimkiydi) ve rahat durmuyor. Tüm bunların yanında bir de o kadar yavaş gidiyor ki, insanlar eskiden nasıl bunların üstünde göç ettiklerini hiç anlamadım. Bir de tabi üzerine binerken bacaklarınızı neredeyse Spagat açmanız gerektiğinden antrenmansızsanız indikten sonra bir süre pişik olmuş gibi yürüyorsunuz. Deveden sonra quad'a (bildiğimiz atv) bindik. Quad'ı sürmeyi denerken aklıma babamın bana ilk araba kullanmayı öğretirken söylediği "Kızım Allah herkese her yeteneği vermiyor, senin de buna yeteneğin yokmuş demek" sözü geldi :(

Şu hayatta kedi sevmemiş olup deve sevmem ilginç bir ayrıntı

Hayatımızda ilk kez gördüğümüz çöle veda ederken, yanımızdaki boş su şişesine biraz kum doldurmayı ihmal etmedik. Daha sonra otobüse binip esas kongrenin yapılacağı yer olan Tunis şehrine doğru yola çıktık. Orayı yazmayacağım, çünkü Tunus'u esas temsil eden, gezdiğimiz kısım ilk 3 gündü. Yalnızca Exchange Fair'den birkaç fotoğraf koyacağım. Exchange Fair kongreye katılan bütün ülkelerin birer stand açarak yiyecek ve içeceklerini tanıttığı bir etkinlik. Biz de Türkler olarak her sene lokum, Antep fıstığı falan ikram edip nazar boncuklu bileklik, anahtarlık hediye ediyoruz. Diğer ülkelerin masalarını gezip yiyeceklerini tatmaya, hediyeliklerini toplamaya bayılıyorum. Tabi geçen sene Ermenistan masasında AT etinden pastırma (merdiven altı üretimden bahsetmiyorum, resmi olarak at eti) yiyen ve bunu sonradan öğrenen arkadaşımdan sonra bir şey yemeden önce mutlaka soruyorum.

                                                                                 Sudan bizim masada


                                                                              Mısırlı firavun Peter

Rusya 

Gündüzleri Genel Kurul, Lecture Contest, akşam programları derken toplam 1 hafta kalmış olduğumuz Tunus'tan mutlu mesut İstanbul'a döndük. Belki de turistik olarak gitmeyi hiç düşünmeyeceğim bir ülkeden bu kadar çok şey görerek ayrılmış olmanın keyfiyle, bir sonraki kongrenin yapılacağı Endonezya'yı şimdiden merak etmeye başladım.
Genel Kurul'dan

Hep gezecek değiliz, moderatörlük de yaptım


Bu yazıyı yazmakta yaklaşık 5 ay geç kaldım, hatta Endonezya'ya gitme zamanı geldi çattı. Yazıyı her yayınlamaya kalktığımda bir şey çıktı, ya tez sunumumu hazırlamakla uğraştım, ya da Soma gibi üzücü olaylar yaşandı. Neyse geç olsun güç olmasın diyerek, Malek'in de hatırlatmalarıyla yazıyı yayınlamaya karar verdim. Bu arada ben okuldan mezun oldum, artık bir diş hekimiyim, hatta yarı zamanlı çalışmaya başladım. Önümüzdeki ay da doktoraya başlayacağım umarım. Beni her gördüğünde aklına ağrıyan dişleri gelenleri artık gerçekten kliniğe bekliyorum. 

Yazıyı Tunus'tan çok beğendiğim bir şarkıyla sonlandırıyorum (Labess-Les sept couleurs) . Bali'den sonra görüşürüz.









6 Ağustos 2013 Salı

The Wall Live - 1.kısım

Yıl 2006, lisede ilk yılımı bitirmişim. Tarih 20 Haziran ve o gün 15 yaşındaki Görkem'in hayal edemeyeceği bir şey olmuş; en sevdiği grubun frontman'i Roger Waters İstanbul'a gelmiş ve hayatında izlediği ilk konser o olmuştu. O günün üzerinden tam 7 yıl geçti ve takvimler 4 Ağustos 2013'ü gösterirken bu efsane adam, müzik dehası, sahne şovu ustası tekrar Türkiye'deydi. Ve ben yine oradaydım.

Roger Waters The Wall turnesine İstanbul'u kattığında çok sevinmiştim. Biletler satışa ilk çıktığında bilgisayar başında, sıkı Pink Floyd dinleyicisi babamı aradım. Sahneye en yakın tribünlerden 2 bilet alacaktım. Babam "sonra bakarız" diyerek işi ertelediği için, sonunda arkadaşlarımla sahne içinden bilet aldık. Daha önceki konsere beraber gittiğimiz babam da konsere gelemedi ve çok üzüldü. Konser günü 2 arkadaşımızla beraber kapı açılış saatinde (18:30) İTÜ Stadyumu'na doğru yürürken sıranın birkaç yüz metre önceden başladığını görünce pek de şaşırmadık. Bu sırada konserin izleyici kitlesini inceleme fırsatım oldu. Babam gibi 40 yaş üstü eski dinleyiciler, bizim gibi 20-30 yaş arası genç insanlar ve 16-18 yaşında yeni yetmeler vardı. Sırada beklerken yanımızdan Roger Waters bantları (hani Tarkan'ın belediye konserlerinde kızların kafalarına bağladıkları), tişörtler ("içerde 50 lira abla, bizde yarı fiyatına" diyen adamdan tişörtleri almadım çünkü kalitesi de yarımdı) satan satıcılar geçiyordu. Bazı adamlar da "sıra beklemeden sahne önüne gitmek ister misiniz?" diye bağırıyordu. Sonunda bir tanesine sorduk nedir bu diye. Adam başı 10 liraya gidip bizi sıranın önüne yerleştiriyorlarmış. Ama 4 kişi 30 lira olurmuş. Böyle de bir ekmek kapısı oluşturmuş kendine çakallar.

Ojelerim The Wall konserine özeldi. Konser için
Roger kadar uğraştım desem yalan olmaz.

Neyse sonunda konser alanına girdik, The Wall Live tişörtlerimizi ve anahtarlıklarımızı satın aldık ve kendimize bir yer seçip oturduk, konseri beklemeye başladık. Saat 20:00 gibi herkes sözleşmiş gibi oturduğu yerlerden kalktı ve ayakta durmaya başladı. Şansımıza biz de konser alanında yerden biraz yüksek bir tümsek bulup konseri onun üzerinden izlemeye karar verdik. Konserden önce çaldıkları her şarkının bitiminde insanlar Roger çıkacak sanıp çığlıklar atıyor, sahnede gördükleri her teknik elemanı çılgınca alkışlıyorlardı. Neyse ki Roger Waters bizi çok bekletmedi ve gerçekten de Imagine'den sonra, saat 20:45 sularında sahneye çıktı.



Öncelikle Outside the Wall'un melodisiyle konsere giriş yapıldı. Sahneye elinde meşhur 2 çekiç logolu bayraklar taşıyan askerler çıktı. Daha sonra, birdenbire giren In the Flesh introsunun her bir bass notasıyla sahneden gökyüzüne kırmızı fişekler atıldı. O anda hissetiklerimi tarif etmek imkansız, büyülenmiş ve heyecandan ağzım açık halde sahneye bakıyordum. Intro'dan sonra Roger Waters sahnede göründü. Her zamanki gibi baştan aşağı siyah giyinmişti. Milyon pound'luk serveti olan bir adamın günlük hayatta ve konserlerinde böyle sade giyinmesi onun değerini arttıran noktalardan biri bence. Roger sahnede onun için bekleyen uzun Nazi komutanı ceketini, güneş gözlüklerini taktı ve "So ya thought ya might like to go to the show.." şeklinde başlayan şarkının ilk sözleriyle bizi 2 saat sürecek muhteşem müzik şöleninin içine soktu. Şarkı, duvara çarpıp patlayan uçak ile sona erdi.


İkinci şarkı olan Thin Ice'ta öncelikle Roger Waters'ın 2.Dünya Savaşı'nda kaybettiği babası olmak üzere savaşta, yok yere hayatını kaybeden insanların kısa bilgileri ve fotoğrafları ekrana yansıdı. Ardından Happiest Day of our Lives başladı. Bu şarkıyla beraber tavandan hepimizin en iyi bildiği canavar öğretmen indi ve gözlerindeki ışıklarla seyirciye doğru kötü kötü bakmaya başladı. Ardından gelen Another Brick in the Wall ile sahneye çıkan çocuklar dans ederek şarkı söyledi. Bu arada bu çocuklar turnenin her ayağında o ülkenin çocukları arasından seçiliyor. Ben de keşke çocuk olsam da o sahneye çıksam diye aklımdan geçirmedim değil. 

Şarkı bitince Roger Türkçe olarak "Hoşgeldiniz! Burada olmaktan çok mutluyum" diyerek herkesin yüzüne gülümseme yerleştirdi. Sonra da Gezi'de hayatını kaybeden Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük ve diğerlerinin resimleri duvara yansıdı. O an stadyum çıldırdı ve "Her yer Taksim, her yer direniş!" sloganlarıyla inlemeye başladı. Görülmeye değer bir andı. Roger "Bu çocuklara bir alkış lütfen" deyip şarkılarını devlet terörü yüzünden hayatını kaybedenlere armağan ettiğinde ise avuçlarımız patlayana dek alkışladık. Bir süre Türkçe konuştuktan sonra "Bu kadar Türkçe yeter" diyerek ana dilinde konuşmaya devam etti. 

Mother

Buraya bir not düşeyim; Her Pink Floyd hayranının izleme hayalini kurduğu bu gösteri, grup hayattayken bir süre sonra yapılmaktan vazgeçilmişti. Bunun sebebi de prodüksiyonun çok pahalı olması ve biletlerin 12 dolar gibi düşük rakamlara satılmasından dolayı grubun büyük zarara uğramasıydı. Roger Waters konuşmasında sıradaki şarkıyı 1980'de Londra'da verdikleri bu konser sırasında çekilen görüntüsü ile çift vokal yaparak söyleyeceklerini açıkladı. Buradaki genç halini "poor, miserable, fucked up little Roger" olarak nitelendirdi ve ikisine şans dilememizi istedi. Böylece harika şarkılardan biri olan Mother başladı. Bu sırada arkadaşım Naz da "bu adam burnunu mu yaptırdı ya, eskiden çok çirkindi" diyerek şarkının ortasında bunu düşünmemize sebep oldu. Sonunda adamın güzel yaşlandığına karar verdik. 


Mother'da ise Pink'in aşırı korumacı, duvarı bir kat daha yükselten annesinin "canavar kuklası" sahnede yerini aldı. O da kırmızı ışıklı gözlerini üzerimize dikerek bizi gözetledi. Sonunda duvarda çıkan Big Brother is Watching you yazısında BR'nin üstü çizilerek M harfi kondu ve Big Mother is Watching You yapıldı. Şarkıdaki en güzel kısım ise "Mother should I trust the government?" sözüne karşılık ekranda çıkan "NO FUCKING WAY" ve "KESİNLİKLE HAYIR" yazılarıydı. Ne yazık ki fotoğrafını çekemedim ve internette de bulamadım. Bu sırada konserde duvar biz fark etmeden örülmeye devam ediyordu. Koyulan her bir tuğlanın üzerine anında projeksiyonla görüntü yansıtıldı. Bu teknolojiyi aklım almadı, sadece adamlar yapmış diyebilirim. 

Bir sonraki şarkı olan Goodbye Blue Sky'da gösterilen görüntülerde savaş uçakları insanlığın üzerine bombalar attı. Bu bombalar elbette bildiğimiz bomba değil, dini semboller, Shell, McDonalds, Mercedes logoları ve dolar işaretiydi. Devamında The Wall filminden görüntülerle birlikte Empty Spaces'ı veya What Shall We Do Now?'u dinledik. Sonrasında duvara yansıyan çıplak kadın resimleriyle Young Lust'u dinlerken konser alanı erkek arkadaşların gözleri ellerimizle kapatmak suretiyle yapılan komikliklere sahne oldu. Şarkı, Pink'in okulundan, annesinden kurtulup rock'n roll hayatına, cinsellik ve uyuşturucuyla dolu günlere başlamasını anlatıyor. Elbette bu günler Pink'in mutlu günleri. Devamında, Pink'in karısının kendisini aldattığını öğrendikten sonra bir groupie'yi otel odasına çağırdığı sahnelerle başlayan One of My Turns şarkısı geldi. Bu şarkıda groupie'nin konuşmalarını bile ezberlediğimi fark ettim. Benim için her şarkıya eşlik edebilmek elbette sadece The Wall ve Dark Side of the Moon albüm konserlerinde mümkün olurdu zaten. Pink bu şarkının sonlarına doğru delirerek odayı dağıtıyor ve kız kaçıyor.


Bir sonraki şarkımız temponun düştüğü Don't Leave Me Now. Sahne karanlığa büründü, Roger oturup karısına onu bırakmaması için şarkı söylerken aslında bu şarkının onu bırakıp giden babasına, aşırı korumacı annesine, onu yükseltip birden uçurumdan aşağı atan şöhreti hedef aldığı söyleniyor. Şarkı sırasında karısının canavar kuklası da sahnenin solunda yerini alıp tıpkı öğretmen ve anne gibi ürkütücü biçimde bize bakıyor. Böylece Pink'in duvarı biraz daha yükseliyor. Duvar neredeyse tamamlanmışken tekrar "fallen loved ones"ın resimlerini görüyoruz.

Fallen loved ones, Roger Waters'ın turne sitesinde hayranlarına yayınladığı mesaj ile başlayan bir proje diyebiliriz. Mesajda Waters hayranlarından savaşta ölenlerin resimlerini kendisine yollamamızı istiyor. Bu kişiler asker olmak zorunda değil, Irak'ta ölen 9 yaşındaki bir çocuk da var duvarda, Hrant Dink de, Uğur Mumcu da. Böylece hem ölenleri onore etmek, hem de ölümlerini protesto etmek istediğini söylüyor Waters. Bir Floydian olan Ali İsmail Korkmaz'ı duvara yansıtarak bunu çok da iyi başarıyor.


Biraz seyircilerden bahsetmek gerekirse; konser boyunca nefes aldırmayan sigara dumanı ve bir yarım akılın sahneye tuttuğu lazer dışında seyirci iyiydi. Ara ara Gezi sloganları atıldı. Yurtdışından gelen birçok izleyici vardı. Özellikle İran'dan sanki otobüs kaldırmışlar (Doruk'un esprisini bir kez de ben çaldım oh). İran demişken, arkamızda bulunan 6-7 kişilik İranlı grup bizi konser boyunca delirtti desem yeridir. İçlerinden 50 yaşlarında bir adam artık ne içtiyse zil zurna sarhoş olmuş ve sürekli sağa sola düşüyor, bağırarak konuşuyor ve herkesi rahatsız ediyordu. Arkadaşları bunu kontrol altına almaya çalışırken konserden bir şey anlamadılar. En son yerlerde yattığını gördük. Hayır yurtdışına konser izlemeye gelmişsin, tadını çıkarsana. Ertesi gün uyandığında hiçbir şey hatırlamayacaksın. Ancak kongrelerde gördüğüm İranlılar'dan sonra insanların eski hayatlarına duyduğu özlem nedeniyle böyle aşırılıklar yaptığını düşünmeye başladım. Düşünsenize normal bir hayat sürerken birden içki içmeniz yasaklanıyor, başınızı örtmek zorunda kalıyorsunuz ve hayatınızın her alanı kısıtlanıyor. İran, ülkemizin geleceği için neden korktuğumuza verilecek güzel bir cevap bence.

1.kısmın son şarkısı olan Goodbye Cruel World'e geliyor sıra. Roger'ın duvarda kalan son tuğla boşluğundan kafasını uzatarak söylediği bu sakin şarkı bir önceki şarkıda sinir krizleri geçirerek etrafı parçalayan Pink'in artık yolun sonuna geldiğini düşündürten, hayatındaki herkese veda ettiği ve intiharın uzak olmadığını anlatan bir ninni gibi. Nitekim son "Goodbye"dan sonra Waters kararıyor, yerine bir tuğla konuyor ve Duvar tamamlanmış oluyor.


Ardından çıkan Intermission yazısıyla ara veriliyor. Bu ara yaklaşık 20 dk süren uzun bir ara. Bu süre boyunca duvara "fallen loved ones" resimleri, hikayeleriyle birlikte yansıtılıyor. Sonunda Roger'ın bizlere bir mesajı yer alıyor:  Bize "kaybettiğimiz sevdiklerimiz"in fotoğraflarını gönderen herkese teşekkürler - onları unutmayacağız. - Roger

Bu arayla birlikte yazının da sonuna gelmiş bulunuyoruz. Biliyorum fazlasıyla uzun ve ayrıntılı oldu ama benim bir günlüğüm yok, bazen yeniden yaşamak istediğim şeyler için blogu açıp okuyorum. Bu yüzden anlamı büyük olan bu konserin her anını sonradan da hatırlamak istediğimden böyle uzun oldu. Bir de belki gitmek isteyip gidemeyenler olmuştur, onlar için de iyi olur diye düşünüyorum. Yarın 1 haftalığına Marsilya+Barselona'ya gidiyorum, döndüğümde yazının 2. kısmını ve eğer şanslıysak geziyi de yazmayı planlıyorum. Geçen yazki İskandinavya turunu bile hala yazmadıktan sonra bunu yazabileceğimi düşünmek biraz hayal gibi gelse de, umudumu kaybetmiyorum.

Lafı çok uzatmadan, dün gece hayatımın en güzel gecelerindendi, iyi ki oradaydım, iyi ki sevdiğim kişiler de yanımdaydı. Keşke babam ve orada olmak isteyen herkes de gelmiş olsaydı, gerçekten unutulmaz bir deneyimdi. Hepinize şimdiden iyi bayramlar diliyor, hoşçakalın diyorum.

9 Nisan 2013 Salı

Lizbon

Eskiden bloguma yazmayınca rahatsız olurdum, biraz daha geçince suçluluk duyardım, ve bunun üzerine mutlaka bir şeyler yazardım. Yazdığımda insanların yorumları beni mutlu eder, bir sonraki yazım için şevk depolardım. Şimdi ise bu aşamayı da geçmiş, yazmaya utanır hale gelmiş durumdayım. Çünkü artık o kadar oldu ki, okuyucular beni unutmuş bile olabilir. Yazıyı listelerinde gördüklerinde "bu kimdi ya?" diyebilir. Ama ben yazmak istedim yine de. Bu yazıyla belki eski günlere geri dönebiliriz, değil mi sevgili okuyucular?

Görüşmediğimiz süre zarfında kimi kongre, kimi de turistik amaçlarla yurt dışına gittiğim oldu. Yazın İskandinavya'da fiyordları içeren bir gemi turuna (yazmayı çok istiyorum, başlamıştım hatta), Lyon'a, Paris'e gittim. Geçtiğimiz hafta da IADS (International Association of Dental Students) Kongresi için Lizbon-Portekiz'deydim.


2.5 yıl önce İspanya'nın Güney'ine gitmiş, Portekiz'in kıyısından dönmüştüm. Elbette gidemediğim her ülkeyi merak ettiğim gibi bu İspanya'nın küçük kardeşi gibi görünen ama farklı bir dile ve kültüre sahip ülkeyi de merak ediyordum. THY ile 5.5 saat süren bir yolculuğun ardından (dönüş ise sadece 3sa 55dk sürdü) Lizbon'a ayak bastık. Ülkeyle ilgili ilk izlenimim biraz - nasıl desem - eski olduğuydu. Zira havaalanında pasaport kontrol bölümü 30 sene önce dekore edilip bir daha elden geçirilmemiş gibiydi. Lizbon sokaklarında dolaşırken binalardan da aynı hissiyatı aldığımı söylemeliyim. Duty Free ise tam bir hayal kırıklığıydı, adeta bir bakkal dükkanı gibiydi. Duty Free demişken o konuda beni en çok şaşırtan ve burada bahsetmediğim yer ise Kopenhag'daki havalimanı oldu. Devasa bir alışveriş merkezi gibi, araba tanıtımlarından (evet araba koymuşlar) tutun şık restoranlara, büyük free shoplara kadar her şeyi bulabiliyorsunuz.

Lizbon Havaalanında bizi karşılayan hiçbir organizasyon komitesi elemanı olmamasına biraz şaşırsak da, haritadan otelimizi bularak yolumuza devam ettik. Otel 4 yıldızlı bir Holiday Inn'di ve ne bundan fazlasını, ne de azını sunuyordu. En iyi kısmı ise iki kişilik odada yalnız başıma kalıyor oluşumdu. Normalde oda arkadaşı tercihi belirtmiyorsanız yanınıza aynı cinsiyetten birini koyuyorlar. Şansıma kimse gelmemiş. Ben, tek kalıyor olmanın verdiği rahatlıkla odaya rahatça yerleştim. İlk gün öğleden sonra 3'te şehre vardığımız için akşam yemeğinden önce biraz gezebileceğimizi umuyorduk. Ne yazık ki işler planladığımız gibi gitmedi ve 20 kadar katılımcıyla birlikte bir alışveriş merkezinde yedikten sonra otele döndük.

                                                                                                     deja-vu

Birinci gün ben Türkiye'deki kongrelerde nasıl giyiniyorsam öyle giyindim; iş kıyafeti ve topuklu ayakkabılar. Fakat katılımcıların hiçbirinin topuklu giymemesini bırakın, organizasyon komitesindekiler bile spor ayakkabıyla gelmişti. Bunu görünce ben de çantamdan babetlerimi çıkardım ve ortama uyum sağladım. Genel Kurul bittikten sonra otelde üstümüzü değiştirip Lizbon'un Boğaz'ının kenarında bir restorana gittik. Adamların Boğaz'ı bizimkiyle, köprüsü San Francisco Golden Gate Bridge ile aynı. Bu arada akşam da gündüz için getirdiğim kıyafetlerden birini giydim. Yolculuğun sonunda bavulumdakilerin yarısını fazla şık geldikleri için giymeden döneceğimi nereden bilebilirdim?

İkinci gün ise kongreden sonra exchange fair vardı. Bu fuarda herkes kendi ülkesinin bayrağını, yiyeceğini, içkisini falan getiriyor ve birbirine ikram ediyor. Amaç ülkeler arası kültür alışverişi. Biz de standımızı gördüğünüz gibi Cumhuriyet Bayramı gibi süsledik. Balonları yere düşürmeyelim de Bayrak Yasası'nı çiğnemeyelim, Hülya Avşar gibi olmayalım diye ekstra özen gösterdik. Yabancılara rakı, lokum, pestil ve kayısı çekirdeği(?) ikram ettik. İlk ikisini anladık da son ikisi nedir diyebilirsiniz, evet o kısmını ne ben, ne de onları getiren arkadaşım pek anlamadık.


Ayrıca yurt dışı kongrelerinin en sevdiğim yanı yeni insanlarla tanışmak ve onların ülkesi hakkında yeni şeyler öğrenmek. Üstelik tanıştığınız insanlarla sadece 4 gün bir arada olacağınız için hemen samimi olabiliyor, çok dürüst arkadaşlıklar kurabiliyorsunuz. Arkadan konuşmak gibi şeylere vakit kalmıyor genelde. Yurtdışına çıktığımda o şehrin/ülkenin mimarisi yerine insanların yaşayışı benim daha çok ilgimi çekiyor. Genelde rehberli turlarla gitmediğim için halkın alışkanlıkları, yaşam kuralları gibi durumları kendim gözleyerek veya oranın insanlarıyla konuşarak öğrenebiliyorum. Bu kongre ise 11 ülkeden farklı insanları barındırmasıyla bu konuda adeta bir cennetti. Örneğin Slovakya'nın Çek Cumhuriyeti ile olan tarihini, dillerinin çok benzediğini öğrendim. Slovakya'daki eğitim Çek'teki kadar iyi olmadığı için bazı Slovaklar diğer ülkeye geçip okuyorlarmış. Zira kongreye gelen 3 Çek delegesinin 2si aslen Slovak'tı. Mısırlı çocukla piramitler hakkında konuştuk. Bir efsaneye göre piramitleri yapan işçiler taşları birbirlerinin üzerine koyarak yapmışlar ve aşağı inmemişler. Yani piramitlerin içinde yüzlerce insan varmış. Pek inandırıcı bir hikaye olmasa da efsaneler Mısır'da çoktur değil mi? Aslına bakarsanız bu çocuk kendi ülkesini anlatmaktan çok Türkiye'yi anlattı. Geçen gün buraya gelmişler, en beğendiği şey ise Portakal-Nar suyu olmuş. Ben nar suyundan nefret ederim, üstelik geleneksel bir içecek falan da değil ama çocuk bayılarak anlattı. Demek ki İstiklal'deki büfelerin vitrine koyduğu meyveler, dondurmacıların şakırdattığı inek çanları işe yarıyor ve turistlerin ilgisini çekiyor. Bunun dışında Romanya'da diş hekimliği öğrencilerinin hasta bakma izni olmadığı için çok az hasta bakarak (sadece kendi yakınları vs) mezun oluyorlarmış. Bizim bir stajda 50 diş çektiğimizi duyunca ağzı açık kaldı çocuğun. Suudi Arabistan'da kadın ve erkek klinikleri ayrıymış, akraban olmadığı sürece karşı cinsten hasta bakmıyormuşsun. Elbette ki bu durum hekimliğin misyonuna, vizyonuna, yeminine, her şeyine aykırı. Ancak onların şöyle bir avantajı var; yaptıkları her türlü kongre ve etkinlik ücretsiz oluyormuş. Çünkü her şehrin bir prensi var ve bu prensler sonsuz maddi kaynaklarının bir kısmını da diş hekimliği öğrencileri için harcamaktan kaçınmıyorlar. Macaristan'ın ise dili fonetik olarak bizimkine çok benziyormuş. Oraya gelen iki kız yazlarını Antalya'da geçirdiği için onlardan ilk duyduğum laf "Bir acılı adana lütfen" olunca çok şaşırdım. Sonrasında "Naber?" "Şöyle böyle" gibi muhabbet etmelerine kulağım alışmaya başladı. Onlar da bana Macarca birkaç kelime söylettiler ve telaffuzumun orijinale çok yakın olmasına hayret ettiler. Bunun dışında Tunus'un aslında ne kadar güzel, egzotik bir ülke olduğunu öğrendim. Seneye yarıyıl kongresi orada, gitmeyi çok istiyorum. Portekiz ile ilgili olarak, dünyanın en eski tıp fakültelerinden birinin Portekiz'in bir şehri olan Coimbra'da bulunduğunu öğrendim. Ayrıca insanları çok rahat, her şeyi geciktiriyorlar. 8'de yenecek dedikleri her yemeği 10'da yedik. Bunun dışında Kuzey Kıbrıs'tan gelen arkadaşlarımız vardı. Kıbrıs hakkında yeni öğrendiğim şey ise şu oldu: Üniversite için bizim sınava giriyorlarmış. Ancak onlarda puana göre tercih olmuyormuş. İlk 10 sıra tıp, sonraki 15 diş hekimliği (sanırım böyle bir şeydi) devamında eczacılık, mühendislik gibi dallara giriyormuş. Toplam sınava giren kişi sayısı 3.000 oluyormuş.

Son gün ise kongreden kaçarak şehri biraz gezme fırsatı bulduk. Öncelikle söylemeliyim ki, İstanbul'a göre bomboş. Zaten ülkenin toplam nüfusu 10 milyon. Özellikle iş saatinde kaldırımlarda insan, yollarda araba bulunmuyor. Metro, otobüs gibi toplu taşıma araçları konusunda fena değiller. Paris ve Londra kadar olmasa da bir metro ağları var ve istediğiniz yerlere rahatça götürüyor. Bizim az vaktimiz olduğundan direkt şehir merkezine, Rossio'ya gittik. Burada biraz yürüyüp lokal mağazalarda hediyelik eşya baktıktan sonra, çok ilginç bir mağaza/tuvaletle karşılaştık. Adı The Sexiest Wc on Earth olan bu tuvalet, bir kağıt markasının dükkanı. İçeriye girince önce bir kasa ve arkasında bir sürü renkli eşya satıldığını görüyorsunuz. Eğer 50 cent verirseniz tuvalet bölümüne geçiyorsunuz. İçeriye girince buraya bayılıyorsunuz, çünküuranın özelliği, fotoğrafta da görüldüğü gibi tuvalet kağıtlarının dışarıda olması. Üstelik hepsi farklı renkli (ve üç katlı!). Tuvalet kağıdınızı SEÇTİKTEN sonra kabine giriyorsunuz. İşinizi hallettikten sonra ise yine bir ilginçlik sizi bekliyor. Tek bir teknenin içine akan 5 musluk var. Dolayısıyla musluğun arkasına geçip ellerinizi o şekilde yıkamanız gerekiyor. 


Mağazadan çıktıktan sonra bir taksiye atlayıp "Boğaz"ın karşı kıyısındaki İsa heykeline gittik. Bu arada taksiciler o kadar İngilizce'den bihaber ki, arkadaşım kırk kez Jesus Christ falan dese de anlatamayınca, sonunda çareyi kollarını açıp heykel gibi durmakta buldu. Sonunda adam "Aa Cristo" gibi İngilizcesinden pek de değişik olmayan bir sözcükle anladığını beyan ettikten sonra bizi götürdü. Daha önce de söylediğim gibi Lizbon'un her yeri bana bir şey anımsatıyordu ve bunlardan biri de Rio de Janeiro'dakinin aynısı olan bu İsa heykeliydi. Biz gittiğimizde hava çok sisli ve rüzgarlıydı, 10 dk durup köprüyle ve muhteremle foto çekildiktikten sonra taksimize binip geri döndük.



Biraz da Portekiz'in yemeklerinden bahsedeyim. Öncelikle okyanus kıyısında oldukları için deniz ürünleri mutfaklarında çok geniş bir yer kaplıyor. Güya bizim ülkemizin de 3 yanı denizlerle çevrili, ama güzel deniz ürünleri yiyebileceğiniz yerler genelde çok pahalı olan restoranlar. İngilizler'in de hastası olduğu -ve fish&chips'te kullandıkları- Codfish (morina balığı)'ten yapılan yemekleri var. Ya şu internetten bulduğum fotoğraftaki gibi yanında haşlanmış tatlı patatesle ikram ediyorlar, ya da kiş gibi bir şey yapıp onun içinde sunuyorlar. Bunun dışında orada yediğim değişik tatlardan biri de ördekti. Ördeği daha önce Paris'te denemiştim, tadı da hoşuma gitmişti ama burada yediklerim büyük parçalar halindeydi ve fark ettim ki kesilmesi imkansız, çiğnemesi zor bir şey. Ah bir ördek olsa da yesem diyecek bir şey değil yani. Orada yediğim en güzel şey ise Picanha denilen, dananın en güzel yerinden yapılan bir et. Nasıl anlatsam bilmiyorum, mangalda pişen yediğiniz en güzel eti düşünün, onu ince ince kesin, hah işte öyle bir şey.




Sonuç olarak Portekiz'deki 4 günümde çalıştığım anların dışında bunları yaptım. Belem Tower'ı, Hard Rock Cafe'yi göremesem de çok güzel anılar ve arkadaşlarla ülkeye geri döndüm. Esas güzel yanı, Ağustos sonunda bu kongrenin aynısını biz İstanbul'da gerçekleştireceğiz. Harıl harıl bunun organizasyonu ile uğraşıyoruz. Misafirlerimize kebap, Boğaz, dansöz, baklava, Topkapı, Sultanahmet'ten oluşan bir Türkiye bombardımanı yapmayı planlıyoruz. Yazıyı okuyan Türk diş hekimi adayı arkadaşlarım için linki de vereyim, tam olsun: www.iads2013.org . Şimdilik benden bu kadar. Yakında tekrar görüşürüz umarım.





2 Ağustos 2012 Perşembe

Londra 2012 Açılış Töreni

Merhaba. Uzun zamandır görüşemedik. Nasıl tatiliniz, nerelere gittiniz? Beni sorarsanız ben iyiyim, tatilim çok çabuk geçiyor. Önce İzmir'e, sonra Altınoluk ve Bodrum'a gittim. Şu aralar İstanbul'dayım ve bundan çok mutluyum, çünkü olimpiyatlar var! Olimpiyatlar 4 senede bir yapıldığı için çok sık tadını çıkaramadığımız bir etkinlik. Üstelik bizim gibi yaşı sadece 5 olimpiyat görmeye yeten genç kuşağın doğru düzgün hatırladığı tek olimpiyat 2008 Pekin olduğu için izlediğim bu 2.olimpiyatta keyfime diyecek yok.


Öncelikle 2012 Olimpiyatları'nın İngiltere'de yapılıyor olması başlı başına bir izleme sebebi benim için. İki sene önce iki aylığına İngiltere'ye gittiğim için çok sevdiğim, her gün özlediğim bir yer (İngiltere yazılarım için buraya tıklayabilirsiniz.). Eh hal böyle olunca, birkaç gündür evde olduğum dakikalarda sürekli Eurosport ve TRT HD izliyorum. Bu konuyu bloguma taşıyayım sizlerle de paylaşayım istedim.

London 2012 sürekli olarak Beijing 2008 (bu isimler birer marka oldukları için bu şekilde anılıyorlar) ile karşılaştırılan ve genelde bu karşılaşmada yenilen taraf. Bu karşılaştırma ilk olarak açılış töreninde yapıldı elbette. Kimilerine göre İngiltere açılışı çok "sanatsal" iken, Çin'deki açılış bir görsel şölen olması itibariyle herkese hitap ediyordu.



                                                              Beijing 2008 Açılış Töreni


The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony


                                                             London 2012 Açılış Töreni

Benim seçimimi sorarsanız, ben hiç de objektif olmayan bir tutumla Londra'yı seçerim. Pekin'deki tören elbette çok güzeldi, hatta görsel olarak efsaneydi ancak izlerken kimi zaman sıkıldığım, çok uzun süren bir dans gösterisindeymişim gibi hissettiren bir açılıştı. Londra ise, hikayesiyle adeta bizi içine alan, tanıdık yüzlerle karşılaştıran, dekorları, kıyafetleri, her bir performansçının makyajı ve tavırları ile bizi orada yaşatan bir tören oldu. Özellikle ilk sahnesi beni Stratford-upon-Avon'da (Shakespeare'nin doğum yeri) geçirdiğim güne götürdü. J.K.Rowling ve Voldemortlu sahnelerde ise ekrana yapıştırdı. İngiliz müziğinin gelişimini anlatan sahneleri çok keyifliydi. Gösteride rol alanların pek çoğunun (15.000 kişi) gönüllü olduğunu bilmek izlerken daha çok heyecan duymamı sağladı.Bu gönüllüler iki elemeden geçerek seçilmişler ve haftanın 3-4 günü prova yapıyorlarmış.




London 2012: The Olympic Opening Ceremony



                                               London 2012: The Olympic Opening Ceremony

Sürekli değişen sahne dekoru, Sanayi Devrimi ile birlikte çıkan işçiler, yüzlerindeki kir, eskitilmiş kıyafetleri (böyle görünmesi için 4 ay boyunca giyilmiş) ve sert bakışları gösteriye ayrı bir gerçeklik kattı.

Yönetmen Danny Boyle ve senarist Frank Cotrell Boyce bize birkaç sürpriz de yapmışlar. İlki Rowland Atkinson'dı, ikincisi de program boyunca ilgisizliğiyle dalga konusu olan Kraliçe Elizabeth. Kraliçenin kısa filmde oynaması sempatimi kazanmış olsa da elbette kameralar ona döndüğünde biraz daha güler yüzlü, en azından gösteriyi izliyor gibi durmasını beklerdim. Ancak kadının 20 olimpiyat gördüğü düşünülürse, buna şaşırmamak gerek belki de :) Onlar dışında J.K.Rowling, David Beckham, Kenneth Branagh ve Paul McCartney'di. Eski Beatles üyesi Paul botokslu yüzüyle korkunç görünse de, gösteride rol almak için yalnızca 1 sterlin (kontratı imzalayabilmek için) alması şık olmuş.


The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony


                                        


Gösteri bittikten sonra Parade of Nations, yani sporcuların geçişi başladı. Dünya üzerinde ne kadar çok ülke varmış allahım. T'ye gelene kadar saatler geçti. Garip garip ülkeler çıktı, isim şehir oyununda bir türlü bulunamayan ülke isimlerini hatırlamak açısından iyi oldu. Ayrıca İngiltere'nin Commonwealth denen sömürgelerinin de ne kadar çok olduğunun farkına varmamızı sağladı. Bağımsız Olimpik Atletler ilgimizi çekti, hatta küçük gösterileriyle sempati topladılar. Bu atletlerin hikayeleri de şöyleymiş; alttaki resimde gördüğünüz 3 atlet Hollanda Antilleri'nden (2010'da dağılan bir Karayip Adaları topluluğu). Burada olmayan ancak Olimpiyat bayrağı altında yarışacak sporcu ise yeni kurulan Güney Sudanlı maraton koşucusu Guor Marial. 1992'de Sudan İç Savaşı'ndan kaçıp Amerika'ya yerleşmiş. Bakın neden Sudan adına yarışmadığıyla ilgili ne demiş:

"Eğer Sudan için koşsaydım, ülkemin insanlarına ihanet etmiş olacaktım.Özgürlüğümüz uğruna can veren iki milyon insanın kemiklerini sızlatacaktım. Ben ülkemi onurlandırmak istiyorum. Yalnızca şan ve Olimpiyatların getirdiği şerefi isteyenler diğer insanları önemsemiyorlar. Ben bağımsız yarışıyorum, çünkü önemsiyorum. Koştuğum zaman insanların bana bakıp 'O bir Güney Sudanlı.' demesini istiyorum."


independent olympic athletes 1 Independent Olympic Athletes Are Highlights Of The Parade

Bu tavrına saygı duysam da yine de maddi desteği nereden bulduğunu ve Londra'ya nasıl geldiğini merak ediyorum.

Neyse, şimdi bakalım diğer ülkeler ne yapmış:
The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Brezilyalıların etek ve pantolonlarına bayıldım. Hangi ülkeden oldukları hemen belli oluyordu. Aynı renkler giyen Jamaikalılar ise eşofmanla sahneye çıkmıştı.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Almanların yeni doğan bebeklere giydirilenler gibi "kızlara pembe erkeklere mavi" montlarını çok komik buldum.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

İtalyanlar komple yönetim kadrosu olarak gelmiş gibi durmuyorlar mı? Hangisi sporcu anlayan beri gelsin. Bu arada ülke adını taşıyan kızların elbiselerinin üstünde Tören'de rol almak için seçmelere giren Londralılar'ın fotoğrafları var.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Amerikalılar lisenin bando takımı gibiydiler. Eteklerin diz altında olmasına bakılırsa bir Türk lisesi.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Bazı ülkeler de yöresel kıyafetleriyle katılmışlardı (özellikle Afrikalılar). Hintliler de elbette sarı sarilerini giyip gelmişler. Koyu tenlerine yakışan bu rengi sevdim. Erkeklerin kafalarındaki o sarığı ise hiç sevmiyorum. Hintliler (Singh olanlar) bu sarığı günlük hayatta, gece partilerde vs. bile başlarından çıkarmıyorlar. Dini inançları gereği saçlarını kesmiyorlar çünkü. Neyse ki bu sporcular bu şeyleri yarışırken takmıyor.

The Olympic Stadium is illuminated during the Opening Cermony

Gıcık olduğum bir şey de kafiledeki insanların çoğunun elinde bir cep telefonu/fotoğraf makinesi olmasıydı. Orada el sallayıp insanları selamlayacaklarına ha babam fotoğraf çekip Instagram'a, Twitter'a yüklediler. Bari bir iki arkadaşınız çekseydi siz onlardan alırdınız. Kendi gözünle bakmaktansa vizörden bakmak daha mı iyi? Hele şu yukarıdaki amca abartıp profesyonel makinesini getirmiş.

Maria Sharapova Maria Sharapova of the Russia Olympic tennis team carries her country's flag during the Opening Ceremony of the London 2012 Olympic Games at the Olympic Stadium on July 27, 2012 in London, England.

Ruslar şıktı, Maria'yı da kıskandık çünkü kusursuzdu :(

Neslihan Darnel Neslihan Darnel of the Turkey Olympic volleyball team carries her country's flag during the Opening Ceremony of the London 2012 Olympic Games at the Olympic Stadium on July 27, 2012 in London, England.

Sıra geldi bize. Bizim bayrağı Neslihan Darnel taşıdı. Yabancı basın kendisini çok beğenmiş, Alman spiker kendisine ein Superstar demiş. Kıyafetleri Sarar hazırlamış, belli zaten kadını erkeği aynı ceketin farklı bedenlerini giyip çıkmışlar. Bence ilk kez kongreye katılan üniversite öğrencisine benziyorlar ya neyse. Biraz daha orijinallik ve yöresellik beklerdim.

Ayy aman bir dakika vazgeçtim 2008'deki görüntüyü gördükten sonra, şuraya bakın herkes Ferdi Tayfur gibi giyinmiş. Beyaz ayakkabılar, beyaz gömlek+ceket kombini, yoo olamaz:


Yazıyı yazmaya başlarken müsabakalardan bahsedecektim ama törensiz giriş yapmayayım dedim. Bir daha vakit bulabilirsem onları da yazarım. Törenlere aklımıza kazınan şu görüntüyle veda edelim.


Görüşmek üzere.


Not: Fotoğraflar london2012.com, totallycoolpix.com, BBC, Dailymail.

Kendilerinden arakladığım bilgiler için Eurosport muhabirlerine ayrıca teşekkürler.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...